Çidem Ayözger Ergüvenç

Çidem Ayözger Ergüvenç

GEÇMİŞİ ANMAK

Eskiyi anlatan yazıları okudukça, resimlere baktıkça bir özlem duyarım;  içim ısınır, o resmin ya da yazının bir parçasıymışım gibi hissederim. Dalar giderim.

İlkokulda okurken okul kapısı önünde seyyar satıcılar vardı. Kırmızı ya da büyük olasılıkla limonlu sarı şekerler sopanın ucunda satılırdı. Kırmızı olanlar çoğunlukla horoz biçiminde olduğu için genel isimleri horoz şekeriydi. Kırmızı olanlar insanın dilini dudağını boyardı. Kız çocuğum ya şeker bahane dudaklarım kırmızıya boyansın diye onları alırdım. Yine küçük sopanın ucunda elma şekerleri satılırdı, o da dudaklarımı boyardı. Sonra allı güllü dediğimiz ağdalı şeker vardı. İçi altı, ya da sekiz eşit parçaya bölünmüş tablaların içinde rengârenk pek güzel durulardı, çocuklar pek severdi. Satıcı amca bir tahta parçası alır eline istediklerinizi bulayarak satardı. Sonra yaşlı bir amca vardı, Allah bilsin herhalde hiç de yaşlı değildi ama biz çocuğuz ya bize pek büyük gözükürdü, o da on beş santim kadar çapı olan iki parmak yükseklikte pandispanyalar satardı. İpe dizili alıç da satarlardı onu da hiç sevmezdim ama kolye gibi boynuma asmak için alır sonra arkadaşlarıma yedirirdim. Simitle birlikte halka da satarlardı. Beş ya da on tanelik gruplar halinde bir iple tutturulmuş olarak satarlardı. Ben pek iştahlı bir çocuk değildim ama on taneliği alır bir ikisin yer geri kalanı bilezik gibi koluma geçirirdim. Sıska mı sıska, dudakları kırmızıya boyanmış boynunda alıçtan yapılmış kolye elinde halka bilezikler herhalde pek rüküş gözüküyordum.

Tahta kalem kutularımız vardı, birbirimize kızınca kafalarımıza vururduk, ama öyle sert değil, kimse kimsenin kafasını patlatmazdı. Bir de kapağı akordeon gibi katlanarak açılan kalem kutularımız olurdu. Resim derslerinde sulu boya ve mum boya kullanırdık. Sulu boyayla gözlerimin kenarına yeşil kuyruk yapardım makyaj niyetine. Kahverengi gözlerime yeşil kuyruk ne anlama geliyorsa?

Renkli parlak toplarımız vardı, genellikle kırmızı ya da yeşil zemin üzerine sarı turuncu koyu mavi falan rengârenk desenler çizilirdi.  Çok severdim. Topaç çevrilirdi. Etrafına ip sarılır ipin ucundan çektiniz mi topaç fırıl,  fırıl dönerdi.

Kocaman çemberler satılırdı belimize dayardık ayaklarımız sabit hızla belimizi çevirip çemberi etrafımızda döndürürdük. Adı holahup idi. Çok uzun çevirirsek büyüklerimiz bağırsağımız düğümlenecek korkusuyla bıraktırırlardı. Böyle bir şey olmuş muydu bilemem, hiç anımsamıyorum.

Okulda sıralarımızın üzerine iki tarafa kaleler çizer sıra arkadaşımızla metal parayı sıra üstünde kaydırarak futbol oylardık ya da ben oynardım. Bugün futbol hakkında ne biliyorsun deseniz iki cümle bulamam söyleyecek. 

Motorlu trenle İstanbul’a giderdik. Restoranda gümüş çatal bıçakla yemek yenirdi. Gümüş servis tabaklarında smokinli garsonlar servis yapardı. Domates sosunda rosto ve fırın makarnası aklıma kalmış. Hiçbirini yemezdim çünkü yemekle hiç aram yoktu. Yol boyunca her durduğumuz istasyonda çocuklar koşturup gelir gazete isterlerdi. Eskişehir ve İzmit’te daha uzun durduğu için olacak seyyar satıcılar trene biner bir şeyler satarlardı. İzmit’in pişmaniyesi aklımda kalmış.

Otobüslerde biletçiler olurdu. Genellikle kendi özel yerlerinde otururlardı. Ellerinde kırk santim kadar uzunlukta kapaklı bilet kutuları ve arka ucuna kalınca lastik geçmiş kalemleri olurdu. Kutunun içindeki açık pembe, açık yeşil, açık mavi biletleri, parasını aldıktan sonra yolcuya verirdi. Farklı renkli biletlerin nedeni öğrenci, öğretmen ve diğer yolcuların bilet paralarının farklı olması idi. Otobüslere bazen “kontrol” dediğimiz adamlar biner herkesin biletlerini kontrol ederdi, kimse bilet almadan yolculuk yapmasın diye. Biletçilerin kutuları ve kalemin lastiği ile diğerlerinden ayrılmış bileti kalemle çizip bir kesişi vardı ki hiç gözümü ayıramaz hayranlıkla seyrederdim. O nedenle kesin kararlıydım. Büyünce biletçi olacaktım.

İstanbul şehir hatları vapurları… Bacalarından çıkan duman… İskeleye yaklaşırken öten düdükleri… Hele bir de vapur yanaşınca ellerinde kalın eldivenlerle tekerlekli tahta seyyar iskeleyi vapura yanaştıran adamlar yok muydu, bayılırdım. Biletçi olamazsam seçeceğim meslek belliydi.

Faytonları unutamam. Püsküllü gayet şık atların çektikleri çok güzel faytonlarda gezintinin keyfini yaşamayan bilemez. Şimdilerde faytonu olan her nereye gidersem, illâki binerim. Canım ablalarımdan küçük olanı, Nurdan’la ben çok kafa dengiydik haytalık konularında! Evde faytonculuk oynamak için arkaları yuvarlak iskemleleri yere yatırır sağa sola sallanarak faytonla gidiyor gibi üstüne binerdik. Kuşkusuz tüm iskemlelerin tutkalları açılırdı. Büyük ablamız sevgili Beldan’cığımızın elinden çok iş gelirdi. Annem eve gelip bize kızmadan tutkalları yeniden yapıştırırdı.

Halamların evi ahşaptı. Merdivenlerden inip çıkarken gıcırdardı. Ahşap evlerin duvarları kerpiç olurdu ve birkaç ahşap ev bitişik nizam yapılırdı. Yazın İstanbul’a gittiğimizde halamlarda kalırdık. Akşam yemeğinden sonra beni erken yatırırlardı. Bazen hemen uyurdum, bazen de uyku taklidi yapardım kafamı dinliyim diye. Çoğunlukla da kafamı dinlerken uyuya kalırdım. Bir akşam uygu tutmadı yatağımın yanındaki duvarı tırnağımla kazımaya başladım. Yatağımın üstünde küçük bir tepecik oluşmuşken bir ışık girdi odaya. Delik açılmış, yan binadaki komşuların oturma odalarının ışığı gözüme giriyor. Doğal olarak gözümü deliğe ayarladım resmen röntgencilik yapıyorum. Derken küçük ablam Nurkom geldi odaya, bana hiç kızmadı, başladık birlikte izlemeye… Odaya girdiklerinde halamın ve annemin geçirmiş oldukları şoku anlatamam. 

Eskiden İstanbul’da eski sokaklarda çeşmeler olurdu. Orada suyla oynamayı, ayaklarımı ıslatmayı ne kadar severdim anlatamam.

Sokak dondurmacıları ayrı bir konu.  Altları düzleştirilmiş küçük fincanlar düşünün, külâhlar o günlerde öyle olurdu. Dondurmacılar bağırış çığırış sokakta dondurma satar, o güzelim fincanımsı şeylere koyarlardı. Dondurma sevmem, hiçbir zaman da sevmemişimdir. Ama illa ki dondurma alacağız çünkü dondurmayı eritip altından süzülenleri emeceğim, yarısını da yere akıtacağım, dondurma bitince de kabını yiyeceğim. Ne tuhaf oyunlar yaratırdım kendime.

Bir de sokakta dolaşarak satış yapan yoğurtçular vardı. Uzun bir tahta sopayı enselerinden boyunları takarlardı. Sopanın iki ucundan tepeden bağlı üçer zincir sarkardı. Zincirlerin ucuna yoğurtçuların tepsileri takılı olurdu. İki taraf dengeli dururdu. Hanımlar tabakları ile gelir önce tabağın darası alınır sonra içine yoğurt konur tartılırdı. Bizim sokağın yoğurtçusu beni çok severdi. Beni oğluna almak isterdi. Ben de üç, dört yaşlarında idim ve bu evliliği kabul etmiştim. Adamcağız yoğurt satar ben onun tablalarına takılı olan zincirin ucuna yapışır, koparıp beyaz yapraklarını yolduğum papatyaların sarı kısımlarını dondurma niyetine yalayarak onunla dolaşırdım. Bir sefer ikimiz de dalmışız besbelli ki ben Yüksel Caddesinden başlayarak Saraçoğlu mahallesine kadar adamla birlikte gitmiştim. Annemler kuşkusuz epey meraklanmışlar. Neyse ki orada oturan bir ahbabımız beni görüp bizimkilere bildirmişler de beni gelip alabilmişler.

Tramvayları unutamam. Vatmanları, çaldıkları kampanalar beni çok etkilerdi. Yazlık tramvaylar olurdu, ya pencereleri yoktu ya da yaz gelince camları açılırdı. Kışlık tramvaylar gibi maroken oturmalıkları olmaz, cilalı tahta olurdu. Bir de tramvayın gidiş yönüne göre arkalık iki tarafa çevrilebilirdi.

Çocukluğumdaki asansörler şimdikilerden farklı, öyle konserve kutusu gibi çelikten yapılmazdı. İstanbul’da Tokatliyan otelinin asansörünü unutamam. Kapalı kısmı ceviz ağacındandı. Oturma yeri vardı o da ceviz ağacı ve üstü maroken kaplı. Yanları camla mı kaplıydı anımsayamıyorum ama dışarıya baktığınızda tel örgü bir kafesten otelin içini görürdük.

Denizcilik Bankasının şehirlerarası çalışan gemileri vardı. Biz bir sefer yolculuk  yaparken geminin süvarisi, yani baş kaptan, benim için süvari köşkünde salıncak kurdurmuştu. Süvari köşkü kaptanın çalışma odasının önündeki güverte…

Bilseniz daha neler, neler var yazacağım ama sizleri sıkmak istemiyorum. Belki başka bir yazımda devam ederim. Bunla benim ilk çocukluk dönemi anılarımdan bazıları, en çok on, on bir yaşıma kadar.

 İyisi mi şimdilik yine bir tarifle yazımı noktalayayım. İşte güzel ve çok kolay bir tatlı, oldukça da zararsız – krem karamel.

Büyüklüğüne göre 6 ya da 7 yumurta, on çorba kaşığı şeker, 1 litre süt. Karamel yapmak için 3 çorba kaşığı  şeker daha. Ben şöyle yapıyorum: tüm malzemeyi alabilecek büyüklükte bir tencerede orta kısık ateşte üç çorba kaşığı şekeri kendi halinde karamelize olmaya bırakıyorum. Sütün yarısını ısıya dayanıklı bir kaba koyup şekeri ekleyerek ocak üstünde şeker eriyene kadar ılıştırıyorum. İyice ısınmış sütün içine kalan sütü de katıyorum ki ısınan süt soğusun. Yumurtaları çırpıp hazırladığım şekerli süte ekliyorum. Tüm malzemeyi karamel yapmış olduğum tencereye katıyorum, ( Arzu eden vanilya da ekleyebilir.)  ve benmari usulü fırında pişiriyorum. Piştiğini anlamak için tencereyi hafifçe sallıyorum, cambul cumbul değilse bıçak saplayarak piştiğine emin oluyorum. Bıçak temiz çıkarsa pişmiş demektir. Soğuyunca servise çıkmaya hazırdır

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.