Kerime Yıldız

Kerime Yıldız

BU DA BENİM MONTRÖ BİLDİRİM!

3 Ağustos 1933…
Çanakkale Harbi’nde iki defa yaralanmış bir mütekâit yüzbaşı ve 13 yaşındaki oğlu, Dârülfünûn’dan bir târih, bir edebiyat ve bir coğrafya talebesi, bir liseli, bir mühendis, bir lise ve bir de orta mektep muallimi, Sirkeci’den kalkan Selâmet Vapuru’na binerek Çanakkale’ye doğru yola koyuldular. Dokuz yolcunun yedisi, asker çocuğuydu.
İçlerinde Nihal Atsız’ın da olduğu bu dokuz Çanakkale sevdâlısı, bir hafta boyunca Çanakkale cephesini dolaştılar. Bâzen câmide, bâzen çadırda, bâzen de bir köy odasında kaldılar. Karşılaştıkları Çanakkale gâzilerinin hâtıralarını, heyecanla dinlediler. Şehidlerimizin bakımsız mezarlarını görünce gözyaşlarına; ne için dikildiğini anlayamadıkları İngiliz âbidelerini ve bakımlı mezarlarını görünce öfkelerine hâkim olamadılar. Uğradıkları köylerin halkı, İstanbul yolcularının şehidlere vefâsı karşısında çok hislendiler; onları hoş tuttular. Çünkü Çanakkale’yi işgâle gelenlerin ölüleri ihyâ edilirken, onlara geçit vermeyen şehidlerimiz ihmâl edilmiş; hattâ terk edilmişti. Gelen giden yoktu. Çanakkale zaferi yıldönümünde Gülcemal vapuruyla Boğaz’dan geçerek selâm veren devlet erkânı, şehidliklere uğramıyordu.
Büyük Anafartalar köyünde 120 yaşındaki bir nine, İstanbul yolcularının Mehmed Çavuş’un(?) kabrini ziyâret ettiklerini öğrenince, “Beni de götürün evlatlar!” diye ağlamaya başladı. Birkaç yıl evvel Mehmed Çavuş’un başına gidip mevlüt okumuştu. 
Evlatlar, İstanbul’a döneceklerini, seneye tekrar geleceklerini söylediler. Koca Nine, “Seneye gelince beni unutmayın!” dedi. Sonraki sene bu dokuz kişi ne yaptı bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, her sene Selâmet Vapuru’na binen Çanakkale yolcularının sayısı arttı. Millet, Çanakkale’ye sâhip çıktı.  
Nihal Atsız’ın Lozan’da mukaddes toprakları haçlıların insafına bırakanlar hakkında söylediklerini yazmak istemiyorum. Bir hayli ağır. Üç yıl sonra 1936’da Montreaux Boğazlar Sözleşmesi imzâlanınca 12 yıllık utancımız telâfi edildi. Sözleşmeden sonra TBMM’nde Çanakkale şehidleri için bir dakika saygı duruşunda bulunulması, her şeyi özetliyor. 
Montrö Bildirisi yayınlayan 104 amiral hakkında çok şey söylendi. Tâkip edebildiklerimi eleştirmek istiyorum. Önce, “Montrö nâmusumuzdur!” diyen CHP’li Mustafa Hüsnü Bozkurt’a sorayım:
Adama, “Montrö’den önce nâmussuz muyduk?” demezler mi? Aslında haklısınız. Çanakkale nâmusumuzdu ve biz onu, Lozan’da haçlıların insâfına terk ettik. Montrö’de nâmusumuzu temizledik.
"İstanbul Kanalı, 2032-33’lerde hizmete girer. Montrö’yü fiilen kadük hâle getirmesi ise birkaç yılı alır. Montrö, öylece 100’üncü yılında ömrünü tamamlar yâhut önemini kaybeder. Türkiye ise İstiklâl-i tâma kavuşur.” diyen Türkiye yazarı Rahim Er, aynı gazeteden Ekrem Buğra Ekinci’nin şu sözlerini okudu mu acaba? (Montrö’yü İstanbul Boğazı’ndan ibâret sanmasına girmiyorum)
“Bugün Türkiye, başka bir su yolu açsa bile ecnebi gemileri, Boğaz yerine buradan geçmeye mecbur edemez. Belki beklememek adına, parayı verip başka yolu tercih edebilirler. Montrö’yü feshedebilmek, ancak milletlerarası bir güce sâhip olan tarafın harcıdır. Bu takdirde Lozan hükümleri cârî olacaktır ki Türkiye’nin aleyhinedir. Boğazların statüsünü, bir devletin tek başına tâyini kolay değildir.”
Demek ki neymiş? B ve C planınız olmadan yola çıktığınızda elinizdekinden de olma tehlikesi varmış.
Mehmet Emin Yurdakul, “Şâirleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” diyor. Bu öksüzlük, târihçiler için de geçerli. Cumhurbaşkanı öksürse, “Târihte filanca devlet adam da böyle öksürmüştü.” diye yazılar döşeyen arka oda târihçileri neredeler? Niye Erdoğan konuşmadan konuşmuyorlar?
Montrö’yü Atatürk’ün dehâsı olarak göstermeye çalışan Atatürkçülerin paradoksu ise içler acısı. Devrin dinamiklerini doğru okumuyorlar. Emperyalist devletler, çıkarları çatışınca bizim lehimizde karar verdiler, o kadar! Tıpkı 93 Harbi’nde olduğu gibi. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelince İngiltere’nin bize iyilik yapası gelmişti. Hemen devreye girip haklarımızı(!) korudu.
FETÖ ile mücâdeleden hapis yatmış delikanlı bir gazeteci var. Hani fetöcü meslektaşlarıyla Ayasofya’da namaz kılarken heyecandan kalbi duracaktı. Dün baktım, ekranda amiralleri eleştiriyor ama höykürmüyor. Vah zavallım! Aklı, Kemalist askerlerde; kalemi, iktidarın emrinde. Allah yardımcısı olsun! 
Allah rızâsı için birileri, Ahmet Davutoğlu’na “hodri meydan!” çeken, şimdi de, “NATO’culara geçit yok!” diyen eksik eteğe, NATO üyesi olduğumuzu söylesin! 
Ya Devlet Bahçeli’ye ne demeli? Çok şükür Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Montrö’den çıkmak söz konusu değil. Ancak daha iyisi olursa olur.” dedi de Arnavut oduncu misâli, “Ben da!” diye ses verdi. Acaba Erdoğan tersini söylese ne diyecekti merak ediyorum. 
Bir çift lafım da “Montrö, kırmızı çizgimizdir” diyen Bahçeli’nin emrindeki milliyetçi kalemlere:
AK Parti’nin ilk yıllarındaki darbe çağrılarınızı unutmadık. Ondan da evvel 28 Şubatçılara desteğinizi unutmadık. Beğenmediğiniz Meral Hanım, tek başına generallere dikilirken siz, hazırola geçmiştiniz. Darbesever amirallere seslenerek, “İnönü’den kalma ‘millî iradeye ayar verme’ alışkanlıkları depreşmiş ağaların.” diyen Türkgün yazarı Mustafa Önder, lütfen artık 3 Mayıs 1944’den geriye gidin. Çanakkale’ye yürüyen Nihal Atsız, sâdece komünizme değil, Kemalizme de karşı çıktı. Çok sevdiğiniz Reşid Gâlib’in, Atsız’ı fakülteden attırmasının esas sebebi, Zeki Velidi değildi. 1932’de, “Niye Çanakkale’ye gitmiyoruz?” diye sorarak Kemalistleri çok kızdırmıştı. Gitme teşebbüsü de o yıl engellenmişti. Bunları benden iyi bildiğinize eminim. 
Mustafa Armağan’ın hemen, “topunuz gelin!” diyerek topa girmesi ve Montrö’yü feshetmesine, “Boğazlararası dialog” diyebildim sâdece. 
Bir çift lafım da 104 amirale… Emeklilik bunalımından ne yapacaklarını şaşırmışlar, bildiri yazmışlar. Adım kadar eminim ki CHP iktidarda olsa ve değil tartışmak, Montrö Sözleşmesi’nden çıksa alkışlarlardı. Yine de sabah baskınıyla evden alınmalarını doğru bulmuyorum. Acemilik mi nedir bilemedim, mağdur olmak isteyen iktidar, böyle bir kararla amiralleri mağdur etti.  
Bildiri yayınlandığından beri kendisini paralayan Fahreddin Altun’a bir teklifim var:
Kurullar ihdas edip, bir sürü emekli istihdam ettiniz. Emekli askerlere de bir iyilik yapın da kendilerini işe yarar hissetsinler. Yemek işlerine, Kürşad Ayvatoğlu baksın. Her akşam yemeklerine pudra şekeri serpsin. Üstüne, ahaber seyrettirin. Yemin ederim, watsaptan yazışacak hâlleri kalmaz. 
Son söz:
Kırmızı çizgimiz, Çanakkale’dir. Çanakkale şehidlerine ihânet eden, kem gözle bakan ister sağcı olsun ister solcu, ister Kemalist olsun ister anti Kemalist, ister dindar olsun ister dinsiz, muhakkak bedelini öder. Hayâtının baharında bu vatan için kara toprağa giren yüz binlerce şehidin âhı, yerde kalmaz. 
 
 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum