Prof. Dr. Anıl Çeçen

Prof. Dr. Anıl Çeçen

ANADOLU‘DA ÜÇÜNCÜ ENDÜLÜS


            Prof. Dr. Anıl  ÇEÇEN 
         

    Endülüs kavramı, Türkiye’de pek bilinmeyen ya da yeterince üzerinde durulmayan kavramlardan birisidir. Ne var ki, Türk dünyası açısından çok da anlam ifade etmeyen bu kavram İslam dünyası açısından son derece önem taşıyan ve bir anlamda dünyanın geleceğini yönlendiren bir tarihi dönemin adı olarak öne çıkmaktadır. Türklerin Avrupa’da pek de gidemediği bir bölge olan, kıtanın tam da güneybatısında yer alan İberik Yarımadası ya da bugünkü adı ile İspanya adı verilen bir bölgede tarihin en kritik dönemlerinde yedi yüz yıl boyunca hüküm sürmüş bir uygarlığın ya da imparatorluğun adı olarak Endülüs kavramı insanlığın geçmişinin kavranabilmesi açısından fazlasıyla önem taşıyan bir kavramdır. İslam dünyası açısından çok önemli olan bu kavram, Osmanlı dönemi açısından da Avrupa’da gerçekleştirilen Türk-İslam uygarlığının dini kökenlerini gündeme getiren bir oluşumun adıdır. Endülüs tarihi bilinmeden Avrupa tarihi anlaşılamaz, ayrıca İslam tarihi üzerinden gidildiği zaman . Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi aşamasından sonrasının ele alınabilmesi ya da kavranabilmesi açısından da dikkate alınması gereken önemli kavramlardan birisi de gene Endülüs adıdır. Bugünün Türkiye’sinde ortaya çıkan bazı olumsuz koşullar, Anadolu yarımadası üzerinde de yeni bir Endülüs macerasının yaşanmakta olduğunu göstermekte ve üçüncü kez bir Endülüs faciasının tarihte oluşup oluşmayacağını tartışma alanına getirmektedir. 
     Endülüs kavramı öncelikle bir devletin adı olarak öne çıkmıştır. Hristiyanlığın beşinci yüzyıldan sonra bütün Avrupa kıtasını kapsaması ve bundan sonra iki yüz yıl boyunca bu kıtada yoğun bir Yahudi ve Hristiyan çatışmasının yaşanmasını takiben Orta Doğu bölgesinde Müslümanlığın üçüncü tek tanrılı din olarak meydana çıkması ve hemen sonrasında da Arap ve Berberi komutanlar sayesinde Kuzey Afrika üzerinden İberik yarımadasına taşınmasıyla beraber bugünkü İspanya denilen ülkenin topraklarında yedinci yüzyılda bir Müslüman devleti kurulmuştur. Bu tarihe kadar, Avrupa Hristiyanlığı ile tek başına mücadele eden Yahudiler, İspanya’da bir Müslüman devleti kurulduktan sonra bunun içinde yer almışlar ve Endülüs devleti zamanla bir Yahudi-İslam uygarlığına dönüşmüştür. İspanya yarımadasına geçerken gemileri yakan Tarık Bin Ziyad, bu bölgede kalıcı bir İslam devleti kurulabilmesi için çaba göstermiş ve daha sonra da, İspanyanın bugün Anduluzya denilen merkezi bölgesinde, sekiz yüz yıl sürecek bir büyük İslam devletinin temellerini atmıştır. İberik Yarımadasında kurulan İslam devleti kısa zaman içinde gelişerek bütün yarımadayı denetimi altına almış ve daha sonraki dönemlerde de Pirene dağları üzerinden düzenlediği çeşitli askeri akınlar ile Hristiyan Avrupa kıtasına yönelik birçok askeri seferi düzenleyerek, Avrupa kıtasında mutlak bir Hristiyan hegemonyasını önlemiştir. Endülüs devleti çatısı altında rahat bir yaşam sürdüren Yahudiler, hem bilim de hem de ticarette üstünlük göstererek Akdeniz merkezli dünya döneminde kıtasal gelişimleri doğrudan etkileyebilmişlerdir. Vatikan merkezli bir Hristiyan Avrupa Yahudileri kıtadan atmağa çaba gösterirken, bir de İberik Yarımadasında büyük bir İslam devleti kurulunca bu planlarını gerçekleştirememişler ve daha sonraki aşamada seki asır boyunca Endülüs devleti üzerinden Avrupa kıtası ciddi bir Hristiyan ve Müslüman çekişmesi dönemine girmiştir. Müslüman Endülüs devleti savaşarak yayılınca ve kısa bir süre sonra imparatorluk olma düzeyine gelince, Avrupa kıtasındaki Hristiyan hegemonyası sınırlanmış ve Müslümanların sağlamış olduğu denge içinde Yahudiler rahatlıkla hem bilimde hem de ticarette öne geçerek, Orta Çağın karanlık döneminin aydınlığa kavuşabilmesi için çaba gösterebilme şansını elde etmişlerdir. Endülüs dönemi, bu nedenle Avrupa kıtası tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. 
    Sekiz yüzyıla yakın bir uzunca süre içinde İberik yarımadasına bütünüyle egemen olarak Avrupa kıtasının batı bölgelerinde önemli bir imparatorluk kurma şansını elde eden Endülüs devleti aynı zamanda büyük bir uygarlığı da insanlık alemine kazandırmasına rağmen gene, medeniyetler teorisi doğrultusunda dağılıp yıkılmaktan kurtulamamış 1492 tarihi itibarıyla Endülüs devletinin Müslüman ve Yahudi dinine mensup bulunan vatandaşları gemilerle bu kıtayı terk etmek ve yarımadadan uzaklaşmak zorunda kalmışlardır. Müslümanları taşıyan gemilerin yakılmasıyla kurulan bu büyük devlet, sekiz yüzyıl sonra gene Seferad adı verilen gemi seferleri ile tasfiye edilmiş ve Endülüs’ün Müslümanları Afrika kıtasının kuzey bölgesine taşınırken, Endülüs Yahudileri de Avrupa kıtasının doğusunda yeni kurulmakta olan Osmanlı İmparatorluğuna gene Seferad seferleri ile gemiler aracılığı ile getiriliyorlardı. Yedinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar devam eden bu güçlü devlet, tarihte görüldüğü gibi ilerlemiş uygarlığına ve güçlü yapılanmasına rağmen gene de çöküş sürecinden kurtulamıyor ve zamanla dağılma noktasına gelerek bütünüyle tarih sahnesinden siliniyordu. Tüm devletler gibi kendisini korumasına ve güçlü bir devlet ile ileri bir uygarlık düzeyine gelmesine rağmen, medeniyetler teorisinin ortaya koymuş olduğu devri daimin dışında kalamaması, çok önemli bir tarihsel dönüşüme neden oluyordu. Endülüs’ün çöküşü ile beraber Endülüs Yahudileri ile Orta Doğu Müslümanları, Osmanlı devletinin çatısı altında Balkan bölgesinde buluşarak, yıkılan Endülüs’ün uzantısı olarak Osmanlı imparatorluğunu Avrupa kıtasının bu kez de doğusunda bir araya gelerek, Vatikan merkezli bir Hristiyan tekelciliğinin ya da dinsel bir fanatizmin Avrupa kıtasına egemen olmasının önüne geçiyorlardı. Bir anlamda Endülüs devletinin yarım bırakmış olduğu Hristiyan dinini dengeleme misyonu, daha sonraki aşamada İspanyol Yahudilerinin Balkanlar’da Asyalı Türkler ve Orta Doğulu Müslümanlar ile birleşmesiyle oluşturulan Osmanlı İmparatorluğu aracılığı devam ettiriliyordu. Hristiyan Avrupa kıtası sekiz asır boyunca batıdan Endülüs Müslüman devleti ile dengelenirken, sonraki aşamada bu kez yedi yüz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu üzerinden de benzeri misyon yerine getiriliyordu. 
   Dünya siyasal tarihi açısından Endülüs kavramının önemi hem bir devlet hem de bir uygarlık olarak önemli yere sahiptir. Ne var ki, asıl Endülüs denilince hatırlanan olgu bu büyük devletin ya da uygarlığın çöküş öyküsüdür. Avrupa kıtasının denizlere ve okyanuslara açılan güneybatı bölgesinde böylesine büyük ve zengin bir devlet olarak kurulmuş olan bu imparatorluk nasıl oldu da çökme aşamasına geldi sorusu hem siyaset bilimini hem de devlet  teorilerini yakından ilgilendirmiş, bu sorunun cevabı çeşitli yönleri ile araştırılırken, medeniyetler teorisinin oluşumuna Endülüs deneyimi önemli ölçülerde ciddi bir bilgi birikimi kazandırmıştır. Bir devletin zaman içinde güçlenerek kendi zamanının en önemli siyasal merkezi ya da gücü konumuna gelmesi üzerinde durulması gereken bir konu olmasına rağmen, aynı devletin zaman içerisinde zayıflayarak kısa bir sürede çökme ya da dağılma noktasına gelmesi de bu konudan daha fazla öneme sahiptir çünkü var olan bütün devlet yapıları değişen koşullarda kendilerini yenileyerek yola devam edebilmenin yollarını aramaktadırlar. Orta çıkan yeni koşullar siyasal dengeleri değiştirdiği gibi, daha güçlü yeni devlet yapılanmaları da ortaya çıkarabilir ve bu gibi durumlarda eski devletler zorda kalarak ya dağılmak ya da parçalanmak durumunda kalabilmektedirler. Oswald Spengler gibi, medeniyetler teorisi üzerine kitaplar yazmış ya da teoriler geliştirmiş düşünürler, tarihteki olayları geleceğe dönük olarak yorumlarlarken, Endülüs olgusu önemli bir bilgi kaynağı ya da çıkış noktası olmaktadır. Endülüs deneyimi bilinmeden ve iyice değerlendirilmeden, hiçbir devlet geleceği ile ilgili güvenli bir çözüm üretemez.
          Avrupa’nın batısındaki İberik yarımadasında yedinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar süren birinci Endülüs dönemi yaşandığı gibi, Endülüs sonrası dönemde de on üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar devam eden Osmanlı İmparatorluğu dönemi yaşanmıştır. Osmanlılar tıpkı Endülüslerin batı Avrupa’da oluşturdukları gibi doğu Avrupa’da bir devlet düzeni kurmuşlar ve sürekli olarak Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa ile çatışarak ya da savaşarak yirminci yüzyılın başlarına kadar hegemonyalarını sürdürebilmişlerdir. Ne var ki, yirminci yüzyıla girerken önce Balkanlar bölgesinde iki büyük savaş döneminin yaşanması ile Osmanlı hegemonyası Avrupa toprakları üzerinde sona ermiş, daha sonraki aşamada dünyanın merkezini ele geçirme kavgası doğrultusunda Anadolu yarımadası üzerinde de, Birinci Dünya Savaşı ortaya çıkmış ve çeşitli cephelerdeki savaşların kaybedilmesi üzerine de Osmanlı İmparatorluğu tıpkı Endülüs devleti çökerek bitme noktasına gelmiştir. Hristiyan ve Müslüman dünyaları arasındaki çekişmelerde Avrupa’nın Hristiyan bütünlüğü karşısında bir denge sağlamak üzere gündeme gelen Endülüs ve Osmanlı devletlerinin benzeri bir akıbetten kurtulamamaları , tarih ve siyaset bilimleri açısından karşılaştırmalı olarak incelenmesi gereken önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir anlamda ikinci Endülüs vakası Balkanlar’da yaşanmıştır. Endülüs devleti asıl merkezi olan İberik yarımadasının göbeğindeki  Anduluzya’da egemenliği elinden kaçırınca, Endülüs vatandaşı olan Müslümanlar ve Yahudiler İberik yarımadasından kovulmuşlardır. Benzeri bir biçimde, Osmanlı devleti de Balkan savaşlarını kaybederek çökme noktasına gelince, Balkan yarımadasından Osmanlı Müslümanları ile Yahudiler gene aynı şekilde kovulmuşlar ve her iki grup da Osmanlı imparatorluğunun arka ülkesi olan Anadolu yarımadasına gelerek, bu ülkede ikinci bir kurtuluş savaşı vererek o dönemin çağdaş koşullarına uygun bir ulus devlet modeli ortaya koyabilmişlerdir. Batı Avrupa’nın emperyal Hristiyan devletleri gene Endülüs dönemindeki gibi dinsel fanatizme yönelerek, Avrupa kıtasını Müslümanlardan ve Yahudilerden temizleme harekatına kalkışarak ve Osmanlı ahalisini Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru kovarak, Avrupa kıtasını gene sadece Hristiyanlara mal etmek istemişlerdir. Tarih bir anlamda yedi asır sonra tekerrür edince, on beşinci yüzyılda Avrupa kıtasının batısından kovulan  Müslümanlar ve Yahudiler, beş yüz yıl sonra  yirminci yüzyılda da Avrupa’nın doğu bölgesindeki Balkan yarımadasından kovulmak durumunda kalmışlardır. İberik yarımadasında yaşanan etnik kovulma ve süpürme operasyonunun bir benzeri Balkan yarımadasında yirminci yüzyıla girerken ortaya çıkmıştır. 
       Endülüs olayı, medeniyetler teorisi açısından bir çöküşün öyküsüdür. Endülüs gibi ileri bir uygarlığın çöküşe geçmesi ve bu uygarlığın dayanmış olduğu güçlü devletin tasfiye edilmesinden çıkan sonuçlardan eğer gerçekçi bir doğrultuda dersler alınabilseydi, Balkanlar’da ikinci bir Endülüs olayının yaşanması önlenebilir ve böylece merkezi coğrafyanın beş bölgesini hegemonyası altında tutabilen büyük ve güçlü Osmanlı İmparatorluğunun yoluna devam etmesi sağlanarak, büyük bir çöküşün ikinci kez Balkan yarımadasında ortaya çıkması önlenebilirdi. Osmanlı devleti de tıpkı Endülüs devleti gibi kuruluş, gelişme ve büyüme dönemleri yaşadıktan sonra duraklama ve gerileme aşamalarına doğru sürüklenmiş ve sonunda çöküş ile bitme noktasına gelmiştir. Anadolu’nun batı bölgesinde dünya sahnesine çıkan bu büyük cihan imparatorluğu Balkanlar elden çıkınca gene aynı topraklara geri dönerek bir var olma savaşına doğru sürüklenmiş ve devletin çöküşü önlenemeyince geride kalan ahali bir ulusal kurtuluş savaşı zaferi kazanarak, Balkanlar sonrasında Anadolu ‘da bir büyük ulus devlet kurulabilmiştir. Osmanlılar da tıpkı Endülüslüler gibi güçlü ve uygar olmalarına rağmen çöküş sürecinin önlenemeyen kurallarından kurtulamamışlar, büyüme dönemi sona erince duraklama ve gerileme dönemleri birbiri ardı sıra yaşanmış ve sonunda büyük savaşlar ile çöküşe giden yol hızlanmıştır. Balkanlar’da gerçekleşen ikinci Endülüs faciası da, medeniyetler teorisinin kurallarına uygun bir doğrultuda yaşanmış ve böylece ikinci kez Müslümanlar ile Yahudiler Avrupa toprakları dışına atılmışlardır. Avrupa toprakları Yahudiler ve Müslümanlardan temizlenince bunların yerine küçük küçük Hristiyan devletçikleri kurularak, Batı Avrupa’nın emperyal büyük Hristiyan devletlerinin hegemonyasına Avrupa kıtasının doğusu da terk edilmiştir. Osmanlı’nın Balkanları terk etmesiyle batı Avrupalılar kıtanın doğusundaki Yahudilerin bütünüyle bölge dışına çıkartılmasını sağlayacak bir senaryoyu da ikinci dünya savaşı döneminde Hitler Nazizmi ile uygulama alanına getirmişlerdir. Ulus devletler çağında kendi ulus devletlerini Avrupa topraklarında kuramayan Yahudiler de bu sürece tepki olarak kendi devletlerini, kutsal topraklar olarak ilan ettikleri Orta Doğu’nun ortalarında kurabilmişlerdir. 
     İberik yarımadasında birinci Endülüs çöküşünün yaşandığı gibi ikinci Endülüs çöküşü de, Balkanlarda Osmanlı’nın bitişi ile gerçekleşmiştir. On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar, Kafkasya’dan Viyana önlerine, Kırım’dan Kıbrıs’a, Rusya’dan Mısır’a, Bağdat’tan Budapeşte’ye kadar at sırtında merkezi bölgenin güvenliğini sağlayan bir devlet olarak, Osmanlı İmparatorluğunun da normal koşullarda devam etmesi ve her türlü gerileme ya da çöküş süreçlerinin önlenmesi gerekirdi. Ne var ki, gene burada medeniyetler teorisinin acımasız ve katı kuralları devreye girmesiyle, Endülüs sonrasında ikinci bir uygar devletin çöküşüne giden yolun açıldığı görülmektedir. Bu nedenle, Endülüs devletini önünü kesen ve bu büyük uygarlık devletini çöküşe götüren gelişmelerin iyi bir değerlendirmesinin yapılması gerekmektedir. Endülüs devleti yoluna devam ederken ne gibi olumsuz gelişmeler ile karşı karşıya kalındı, neden bunlar önlenemedi ve çöküşe giden süreç durdurulamadı gibi soruların eldeki bilgiler ile değerlendirilmesi ve bilimsel açıdan da eleştirilerinin yapılması, medeniyetler teorisinin bilimsellik kazanabilmesi açısından yararlı olacaktır. Bu gibi değerlendirmeler tamamlandıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ve Balkanlar’dan geri püskürtülmesinin koşullarının ya da sonuçlarının Endülüs uygarlığının çöküşü ile benzerliklerinin olup olmadığı anlaşılabilecektir. İkisi de sekiz yüzyıla yakın bir süre yaşamış olan bu büyük imparatorlukların ya da uygarlıkların çöküşleri arasında ki benzerliklerin bulunması,  insanlık tarihinin daha iyi anlaşılabilmesine yardımcı olabilecektir. Büyük devlet olmanın ya da ileri düzeyde bir uygarlık aşamasına gelebilmenin hiçbir devleti çöküşten kurtaramayacağını Endülüs olayı açıkça ortaya koymuş ve bu durum Balkanlar’dan Osmanlı’nın kovulmasıyla beraber ikinci kez tarih önünde de doğrulanmıştır. Üç büyük din arasındaki çekişmede Avrupa kıtası ile beraber merkezi coğrafyanın kimin kontrolü altında olacağı sorusu, ortaya hem Endülüs hem de Osmanlı’nın çöküş senaryolarını çıkarmıştır. Hristiyanlar ile Yahudiler arasında yaşanan dünyayı yönetme yarışında Müslümanlar sürekli olarak kullanılmışlar, hem askerlik hem de devlet yükünü taşıyan bürokrasi Müslümanların sırtına yüklenirken, her dönemde Yahudiler ticareti ve ekonomiyi kendi denetimleri altında tutarak zenginliğin temsilcisi olabilmişlerdir. Devletlerin çöküşleri ticaret ve ekonomiyi fazla etkilememiş, aradan geçen zaman dilimleri çerçevesinde ekonomik ve ticari ilişkiler farklı yönlerde gelişebilmiş ve bu durumun doğal sonucu olarak da gündeme yeni model devlet tipleri gelmiştir. Ekonomik ilişkiler üzerinden dünya ekonomisi ve ticari ilişkiler ayarlanırken, ortaya çıkan farklı koşullar da eski devlet modelleri eskimiş, yerine daha farklı konumlarda siyasal örgütlenmeler gelince eskisinden çok farklı devlet yapılanmaları eski devletlerin topraklarının üzerinde gelişmeler göstermiştir. Endülüs devleti yıkılınca, yerini Kastilya krallığının oluşturduğu Hristiyan İspanya devleti almış, İberik’de kalan Yahudiler ise, Vonverso adı altında dinlerinden dönerek Hristiyanlığa yönelerek bunun yanı başında bir Portekiz devleti oluşturmuşlardır. Balkanlar’daki ikinci Endülüs olan Osmanlı devletinin çöküntüsü üzerine Osmanlının Avrupa toprakları üzerinde batı Avrupa’nın büyük devletlerinin denetiminde küçük Hristiyan devletçikler tarih sahnesine çıkmıştır. İkinci Endülüs sonrasında da çöken büyük devletin yerini küçük devletçikler almıştır. 
         Müslümanlar ve Yahudiler, birinci Endülüs çöküntüsü ile önce Batı Avrupa topraklarından, Balkanlardaki Osmanlı çöküşü üzerine gündeme gelen ikinci Endülüs çöküntüsünden sonra da Avrupa kıtasının doğu topraklarından kovulmuşlardır. Daha sonraki aşamada Hitler Nazi yönetimi sırasında geri kalan Yahudileri de Avrupa topraklarından atarak, bugünün İsrail oluşumuna giden yolu açmıştır. Ne var ki, Avrupa kıtası ile İsrail arasında kalan Anadolu yarımadasında Osmanlı sonrasında Türkler ve Müslümanlar bir orta boy Türk devleti kurmuşlar ve Balkan Yahudilerinin bir kısmı da, Türkleşmeyi kabul ederek bu devletin çatısı altında eşit vatandaş olarak yaşama hakkını elde etmişlerdir. Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Osmanlı devletini ortadan kaldırınca, bu devletin merkezi topraklarında bir Türk ve İslam devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkmış, eski Roma ve Bizans döneminden kalarak uzun süre Osmanlı ülkesinde yaşamlarını sürdüren Hristiyan ve Musevi gayrimüslimler de bu çağdaş cumhuriyet devleti çatısı altında yerlerini almışlardır. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun merkezi coğrafyaya gelişinden sonra başlayan üç büyük din arasındaki çekişme, iki bin yıllık Milat sonrası tarih döneminde tırmanarak devam etmiş, Endülüs ve Osmanlı gibi iki büyük devlet ve uygarlık bu yüzden çökerek tarih sahnesinden silinmiştir. Şimdi bu iki bin yıllık kavganın yeni dönemde de devam ettiği görülmekte, bir yandan Fener Rum patrikhanesinin öncülüğünde Yeni Bizans Projesi devreye sokulurken, bu kez Orta Doğu’da kendi devletlerini kurmuş olan Yahudilerin, İspanya ve Balkanlar’da kovuldukları gibi kovulmamak üzere, kurmuş oldukları küçük devletlerini büyüterek bütün eski Osmanlı topraklarını Büyük İsrail devleti çatısı altında bir araya getirmeğe çalıştıkları anlaşılmaktadır. Eski Bizans arayışları ,Vatikan üzerinden merkezi coğrafyaya Fener Rum Patrikhanesinin işbirlikçiliği ile merkezi topraklarda gerçekleştirilmeğe çalışılırken, Siyonizm ile üç büyük dinin çıktığı kutsal Orta Doğu topraklarını kendi vatanı ilan eden Yahudilerin , bir büyük Siyonist imparatorluğa Büyük İsrail Projesi ile yöneldikleri ve bunu da ABD gibi süper bir devletin gücünü lobileri aracılığı ile kullanarak  yapmağa çalıştıkları görülmektedir. 
     Büyük İsrail’in uzantısı olan Büyük Orta Doğu Projesini gerçekleştirmek üzere merkezi topraklara gelmiş olan Amerikan askeri gücü, bütün eski Osmanlı ülkelerine yerleşmeğe çalışırken, NATO üzerinden Türkiye’nin merkez ülke olarak kullanıldığı göze çarpmakta ve Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerine doğru çeşitli adımlar bir plan dahilinde atılırken, üçüncü Endülüs olgusunun bu kez Anadolu toprakları üzerinde gündeme getirilmeğe çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır. Osmanlı sonrası için Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bölgeleri tek bir ulus devletin çatısı altında birleştirerek merkezdeki otorite boşluğu alanını doldurmak üzere uygulama alanına getirilmiş olan Misak-ı Milli uygulamasının Kuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgeleri üzerinden ABD ve İsrail ikilisince zorlandığı, Balkanlar’da uygulanmış olan Sevr projesinin Anadolu üzerinden Orta Doğu’ya taşınarak Anadolu’da yerleşmiş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kaldırılmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Endülüs ve Osmanlı döneminde Hristiyan Avrupa’nın hedefinde Yahudiler ve Müslümanlar birlikte yer aldığı için, birinci ve ikinci Endülüs’ün benzer yanları daha çoktur. Şimdi gelinen aşamada Anadolu yarımadasında Mısak-ı Milli sınırları üzerinde yaşanmakta olan üçüncü Endülüs çöküntüsünde bu kez Türkler ve Müslümanlar hedefte yer almakta, Yahudiler ise asıl devletleri olan İsrail kurulduğu için bu kez Müslümanlar ile birlikte hareket etmemekte ama İsrail’in yanında yer alarak Amerika Birleşik Devletlerinin askeri ve ekonomik gücünün Büyük Orta Doğu görünümünde büyük İsrail için kullanılmasını batıcı ve liberal görünerek desteklemektedirler. Anadolu’da bir büyük çöküntü dıştan güdümlü olarak yaşatılmakta , Avrupalı Fener Rum Patrikhanesi işbirlikçiliğinde Hristiyanlar Yeni Bizans Projesi üzerinde yoğunlaşırken, Amerikan Hristiyanları Siyonist Evanjelik tarikatının öncülüğünde ,Büyük İsrail projesine yönelerek, Türkiye’de yaşayan Yahudileri de bu projede işbirlikçi olarak kullanmaktadırlar. Yahudilerin bir kısmı Atatürk Cumhuriyetinde kalarak Kemalist Cumhuriyet rejimini desteklemelerine rağmen, büyük çoğunluğunun Siyonist İsrail’e teslim olarak hareket ettikleri görülmektedir. Anadolu’da üçüncü Endülüs yaşanırken, Müslümanlar ile Yahudilerin bu kez yollarının ayrıldığı ortaya çıkmakta, birinci ve ikinci Endülüs çöküşleri sırasında Hristiyan Avrupa’ya karşı Müslümanlar ile dayanışma içine giren Yahudilerin bu kez Siyonist İsrail’in öncülüğünde bu küçük ülkenin merkezinde yer aldığı çeşitli yeni uygulamalara angaje oldukları anlaşılmaktadır. 
    Küreselleşme ile beraber Orta Doğu ülkelerine saldıran Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm ittifakı, Anadolu topraklarında üçüncü Endülüs çöküşünü örgütlemekte, Türk devletinin çözülmesine ve çöküşüne giden yolda her türlü emperyal politikayı dıştan müdahale yolu ile gündeme getirerek, siyasal işbirlikçi kadroları aracılığı ile sonuç almağa çalışmaktadır. Bir yandan bölücü terör demokratik görünümler altında desteklenirken, yerleşik Müslüman kesimlerin tepkilerini ortadan kaldırma doğrultusunda işbirlikçi yeni cemaatler oluşturulmakta ve bunlar aracılığı ile Müslüman tabanın tepkileri önlenerek halk kitleleri bütünüyle Siyonist ve emperyalist planlar doğrultusunda teslim alınmağa çalışılmaktadır. Cemaatler holdingleştirilerek, kapitalist düzenin işbirlikçileri konumuna dönüştürülürken, dini cemaatler ve etnik topluluklar üzerinden yerelleşme projeleri devreye sokulmakta ve bunlar aracılığı ile yerel yönetimler görünümünde küçük eyaletler oluşturularak, küresel sermayenin daha doğrusu Siyonizm in kontrolü altında bir merkezi coğrafya Büyük İsrail hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Bu doğrultuda ulusal değerler yok edilirken, sermaye bütünüyle küresel emperyalizmin kontrolü altına alınmakta, ülkenin ulus devlet yapısı tasfiye edilirken, ülkeyi ve devleti koruyacak ya da savunacak ulusalcı kesimler siyasi ve hukuki baskılar altında tutulmaktadır. İnsan haklarına aykırı birçok hukuki işlem ya da dava süreçleri, adil yargılanma haklarına ters düşülerek uygulanmağa çalışılmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerinin çöküşü sırasında görülen merkezin zayıflatılması operasyonu, başkentin İstanbul’a taşınması girişimleriyle gündeme getirilmekte, yerel yönetimler güçlendirilerek bölünme hızlandırılırken, bunları denetlemesi gereken güçlü merkez ortadan kaldırılarak üçüncü Endülüs çöküşünün Anadolu toprakları üzerinde gerçekleştirilmesinin önü açılmaktadır. Ülkenin başka bölgelerindeki kentler başkent ilan edilerek, başkent Ankara’daki merkezi devlet yapılanması tasfiye edilmek istenmektedir. Endülüs ve Osmanlı başkentlerinde yaşanan çöküş sürecine bugünün Türk devletinin merkezi olan Ankara’da rastlanmaktadır. Başkent Ankara’nın bugünlerde Pompei’nin son günleri gibi bir döneme sürüklendiği açıkça göze çarpmaktadır. 
     Endülüs devletinde merkezin zayıflamasıyla başlayan gerileme, daha sonraki aşamada taht ve iktidar kavgaları ile devam edip gitmiş ve bu durumun sonucunda devletin başkenti ülkeyi yönetemez hale gelmiştir. Merkezin zayıflaması üzerine, tıpkı bugün Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde görüldüğü gibi merkezden kopma, ayrı bir etnik ya da dini cemaat eyale oluşturma girişimleri İberik yarımadasında da gündeme gelmiş ve belirli bölgelerde kendiliğinden otonomi uygulamaları ortaya çıkınca Endülüs devletinin dağılma süreci hızlanmıştır. Endülüs devletinin temelde bir Emevi devleti olması ve sülale arasında bitmek bilmeyen iktidar kavgalarının sürüp gitmesi, Endülüs devletini çöküşe götüren başlıca neden olmuştur. Ayrıca, Arap topluluklarında çokça görülen kabile çekişmelerinin İspanya’ya taşınması da, Endülüs devletinin tam anlamıyla homojen bir topluma sahip olmasını önlemiş ve bu durumun sonucunda sürüp giden çekişmeler devletin iç çöküş ortamını hazırlamıştır. Ayrıca, Arnap toplumlarından taşınan tutucu ve bağnaz yaklaşımlar da Endülüs uygarlığını sarsmış ve bu uygar düzenin geleceğe dönük bir çizgide devam etmesinin önünü kesmiştir. Ayrıca Orta Doğu’da yaygın bir biçimde görülen mezhep ve tarikat çekişmeleri de Endülüs toplumunu sarsmış ve yaralamıştır. Bu ülkede yaşayan Yahudilerin, ticaret ve ekonomiye ağırlık vermesi yüzünden sahip olunan zenginlikler yurtdışına taşınmış ve bu devletin çatısı altında kazanılan para dışarıya kaçırıldığı için, Endülüs devletinin ekonomik çöküntüsüne giden yol kendiliğinden bu doğrultuda açılmıştır. Zenginliklerin dışarıya taşması sonucunda, Endülüs uygarlığının dışa doğru bir açılım yaşamasına neden olmuş, bir anlamda Endülüs devleti Orta çağın karanlık dönemlerinde Avrupa kıtasının daha sonraları aydınlanma ya yönelmesinde başlıca etki sağlayan merkez olmuştur. Zenginliklerin bir kısmı dışarıya kaçırılırken, saray hayatına büyük zenginliklerin bir kısmının girdiği görülmüş, yaşanan zenginlik dönemlerinde Endülüs sarayının iyice ahlak açısından çöktüğü görülmüştür. Zenginliğin rahatlığına dalan Endülüs Emevi hükümdarları, doğru dürüst devleti yönetemez hale gelmişler, çöküşe giden yolda çok büyük olumsuzlukların devlet yönetimini bozmasına yol açmışlardır. Ayrıca devletin sınırlarının genişlemesi üzerine de merkezi yönetimin zayıfladığı ve ülkenin her bölgesini yönetemez bir zayıflama noktasına geldiğini göstermiştir. Para kazanma hedefi Endülüs devletini esir alınca, giderek genişleyen ekonomik ilişkilerin getirdiği zenginlik ile beraber Endülüs devletinde İslam dininin ahlak kurallarını ortadan kaldırmıştır. Ekonomik hedeflerin öne geçmesi üzerine bozulan devlet yönetimi bir türlü yerine oturtulamamış, Endülüs’lü Yahudi tüccarlar bütün Akdeniz’i bir anlamda kendi ekonomik havuzlarına dönüştürürlerken, devletlerini ihmal ederek Endülüs üzerinden sahip oldukları zenginliklerini dışarıya taşımışlar ve böylece de Endülüs’ün çöküşüne giden yolda öncülük yapmışlardır. Devletin ekonomik olarak zayıflaması üzerine, halkın gereksinimleri karşılanamamış ve bu durumun sonucunda da Endülüs ülkesinde yaşamlarını sürdürmekte olan halk topluluklarının bir kısmı ayaklanarak devletin dağılmasına yardımcı olmuşlardır. Benzeri durumların Osmanlı devletinde de öne geçmesi üzerine, bu büyük devlet de tıpkı Endülüs devleti gibi çöküş sürecine sürüklenmiştir. Bu yüzden, Osmanlı devletinin çöküşü ikinci bir Endülüs olgusu olarak tanımlanmaktadır. 
      Yirmi birinci yüzyılın başlarında, Anadolu toprakları üzerinde kurulu bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşanan tarihin ortaya çıkardığı yeni gelişmeler ve olaylar üzerine bir anlamda üçüncü Endülüs çöküş senaryosuna alet olduğunu göstermektedir. Değişen dünya koşullarında, emperyalizmin gündeme getirmiş olduğu yeni dünya düzeni planları ya da merkezi coğrafyayı ele geçirme projeleri aracılığı ile dışarıdan körüklenen gelişmeler sonucunda Türkiye Cumhuriyeti devleti de tıpkı Endülüs ve Osmanlı devletleri gibi bir çöküş dönemine doğru zorlanmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerinde Müslümanlar ve Yahudiler ortak hareket etmişlerdir ama bugün Türkiye'de bu ortaklığın devam etmediği ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta olan Yahudi nüfusun önemli bir kesiminin Siyonist Büyük İsrail projesine, Avrupa ve Amerika gibi batılı merkezler üzerinden angaje oldukları anlaşılmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerinin çöküşünü, Yahudi ve Müslüman birlikteliği durduramamış ve çöküş kaçınılmaz olarak yaşanmıştır. Bugün gelinen noktada, Anadolu toprakları üzerinde üçüncü bir Endülüs çöküş senaryosu Siyonizm ve emperyalizm destekli olarak geliştirilirken, Anadolu’daki Türk devletinin geleceği artık Yahudilerin desteğinden çıkmakta ve komşu devletler ile diğer dünya devletleri arasında geliştirilecek işbirliği ve dayanışma politikalarına bağlı görünmektedir. Türkler Anadolu’da bu kez yalnız bırakılırken, Adriyatik’ten Çin Seddine uzanan Türk dünyası kendiliğinden devreye girmekte, yeni yetme İslamcı tarikatlar Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i destekli, Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail için kullanılırlarken, dünyanın ortasında bağımsız devlet olarak şimdiye kadar ayakta kalabilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, önümüzdeki dönemde Türk dünyası ile yakınlaşarak varlığını güçlendirecek, Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki geleneksel Hristiyan karşıtı ittifakın dağılmasından meydana gelen siyasal boşluk, hem komşu devletler hem de Türk dünyası ile yakınlaşılarak doldurulacak ve böylece, Anadolu’da gerçekleştirilmek istenen üçüncü Endülüs çöküşüne izin verilmeyecektir. 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar