Tasavvufun Tatlı Suyu Yahut Hacivat Karagöz Oyunları

Dr. Onur AKBAŞ

Neden mi havasından mı suyundan mı bilmem, bu coğrafyada taşın bile suyunun sıkılıp litresi, o taşın anısına iki bin liraya memleketin sonradan görmelerine “kitlendiği” yerdir burası.

 

                                                                                                          ONUR AKBAŞ                                                     

                                                                                                        onurakbastde@gmail.com                            

            Geçtiğimiz hafta Mevlana’nın ölüm yıldönümüydü. Adet olduğu üzere böyle dönemlerde eksantrik şeyler yazmak ya da söylemek prim yapar. Kimisi peygamberliğin köşesinden döndürür. Kimisi aşk gözyaşı sömürüsü üzerinden raflarda unutulmuş ajite edici metinlerini pazara sürer. Olmadı biraz da buradan vuralım diyenler karşıtlık üzerinden yürüyüp ne Moğol ajanlığını bırakır ne de sapıklığını. Ben bu saydıklarımın hiçbiri üzerinde malumat sahibi değilim. olmak da istemedim. Sermayem yok ki çoğaltma derdine düşeyim. Lakin şu söyleyeceklerim sadece belli bir mezhebi, dini yahut ekolü kapsamıyor. Bu coğrafyada daha doğrusu tasavvuf dükkanında her inanışı içine alacak bir değerlendirme; ama şunu ifade etmek gerek, bu yazı akademik bir yazı olmamakla birlikte alanın problemlerine değinme yahut alana bir katkı sağlamak amacıyla değil bizzat alan dışı bir zihnin ve ruhun alımlama estetiği bağlamında duyuş ve düşünüşlerinin bir eseridir.

         Bu coğrafyanın ruhuna sinmiştir; her ereni, öne gideni, ileri fırlayanı, tahakküm edeni tedricen tanrılaştırmak. Bu yüzden bizim marksistimiz bile mistiktir. Ateizmi bile din gibi bilip havariliğini üstlenenlerin olduğu bir toplumda deizme bağlı bir tarikat evine rastlarsanız şaşmayın. Neden mi havasından mı suyundan mı bilmem, bu coğrafyada taşın bile suyunun sıkılıp litresi, o taşın anısına iki bin liraya memleketin sonradan görmelerine “kitlendiği” yerdir burası. Kaçırdım mı bilmiyorum. Mevlana menkıbesi modernize eden yurt içi ve yurt dışı bay ve bayanları değeri kabartma yazılı yaldızlı kaptan ibaret kitaplarını pazara çıkarmaya başladılar mı? O hafta akademik işlerimle meşguldüm. Yani en lüzumsuz işler. Evrenin sırrını herkesten iyi bilen cübbelinin olduğu yerde ben Mevlana haftasını kaçırdım. Ben gerçek hayatta tasavvufu ciddiye alacak kadar lüzumlu vakte sahip değilim. Ne var ki kültürel manada yahut edebi zeminde üretim vasıtası yahut vesilesi veya bir çeşit edebi yahut sanatsal bir renk tonu olduğu için dışlanmasını doğru bulmuyorum. Zira edebiyatın, bir ideolojinin propaganda aracı olmadığı gibi dinlinin yahut dinsizliğin kavgasının homurtularının yansıma sözcükleri alanı değildir. Meseleyi şöyle izah edeyim:

         Geçtiğimiz günlerde bir konuşmam esnasında önümde bulunan Baki gazellerinden birine göz attığımda bir kere daha hatırladım meşhur rint ve zahit kavgasını… Bu konuda aynı adla Fuzuli’nin bir eseri de vardır. Çok dolandırmaya gerek zahit, rindin gözünde Tanrı’dan onun ödül ve ceza yönetmeliğinden dolayı korkan, cehennem korkusu ve cennet arzusu etrafında ibadetlerini, zikrini yahut hayatını ve giyimini tanzim eden biri olmakla beraber; zahidin gözünde rint, pejmürde, dağınık, dış görünüşe dikkat etmeyen, hayattan ve hadiselerden kopuk, kimine göre tekkeyi sembolize eden meyhaneye gider, tasavvufi iddiaya göre insanı kamil denilen ütopyanın arketipidir. Aslında meseleye evrensel açıdan yaklaşıldığında ikisi de “yer yüzünde faydalı işler yapa”anlardan olmayı biri ibadete ve günah sevap hesabına indirgemiş (zahid) veya olgunluk cübbesinin altına her teraneyi süpürüp öteki yanağını da dönmenin ayinini kilise yerine meyhanede pardon tekkede yapan bozulmuş Osmanlı bürokratı tiplemesi..

         Divan şiirinin bütünüyle toplumdan kopuk, bir şiir olduğunu iddia edenler meseleye politik yaklaşıp, yeniyi inşa etmek için her eskiyi bertaraf etme adlı anarşist öğretinin gereğini yerine getirmektir. Ben işin orasında değilim. Yani bendeki alımlama ideolojik garazdan biraz daha farklı. Rint çok ibadet eden biri olmasa da hayattan kopuk miskinliğine hep tanrısal bahaneler uyduran bir tiptir. Değme aşıkane sözü alegori kaypaklığında, tanrısal fısıltılara çevirirken metin yahut retorik üstünden kendisini aklar.

         Her iki tip de toplumdan uzaklığın, miskinliği ve felsefesizliği, körürüne bağlanmayı  kendi meşrebince ulular ki onun adı ruhbanlıktır. Kurgusal anlamda bu tezatın yeri vardır ve değerlidir. Ama reel hayatta karşılığı toplumsal kokuşmuşluktur. Küşteri perdesinde bir gölge olarak durmasında hiçbir mahsur yoktur. “Allah deyip ötesini bırak”ırken hanımı tarafından metresiyle basılmanın hikâyesinin sadece beyaz perdede ibretlik bir numune olarak durmasında bir mahsur olmadığı gibi…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.