Külfetsiz Nimet Olmaz

Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu

Cami ile meyhane yan yana idi. Hoca her gün meyhanenin yıkılması için dua ediyor, cemaat de amin diyordu. Bir gün deprem oldu ve meyhane yıkıldı.

Meyhanenin sahibi hocaya gelerek onun duaları yüzünden meyhanenin yıkıldığını öne sürerek zararı karşılamasını istedi, hoca kabul etmedi. Sonunda mahkemeye çıktılar ve hakim ikisini de dinledikten sonra:

“Böyle zamaneden Allah' a sığınırım. Meyhanenin sahibi duanın etkisine inanırken hoca duanın hiçbir etkisi olmadığına inanıyor. Bilmem ki suç kimde?” dedi.

Böyle bir şey yaşandı mı bilmiyorum. Ama yaşanmamışsa bile bizim inançsal ahvalimizi yeterli derecede anlatan bir anekdot kanımca.
 
Zira hep dediğim gibi “münafık” deyince kendimizde zerrece bir şey hissetmeden sağa sola bakınıyoruz.

Oysa Kur’ani açıklamalar ve Muhammedi hakikatlere baktığımızda “münafık” kavramının bizzat müslümanların içinden olduğunu, onlardan çıktığını, başka bir inanç ya da düşünceye mensup olmadığını görebiliriz.

Ne diyordu Nebevi ikaz; “İçi ile dışı bir olmayan münafıktır”

Yani; söylemi eylemini yalanlayan, Hüseyin gibi konuşup Yezit gibi yaşayan, Nuh gibi karaya gemi yapan ama Rabbin su göndereceğine inanmayan; İbrahim’e iman ettiği halde Nemrut gibi hüküm veren, Musa’ya iman ettiği halde Firavun gibi yaşayan, Yusuf’a iman ettiği halde Züleyha’nın peşinden koşan, Hakk’a iman ettiği halde batılı ahlak haline getiren…

Başka? Doğruya doğru, eğriye eğri, zalime zalim diyemeyen; etliye sütlüye karışmayan; herkese "sen de haklısın" diyen; daima kazanana oynayan; haklıdan yana değil güçlüden yana tavır alan; gelene ağam, gidene paşam diyen; rüzgar gülü gibi esintiye göre yön değiştiren; ilkeleri ve standartları olmayan. Artırın artırabildiğiniz kadar.

Peki ne yapmak lazım?

Bence bu kavramın özüne inmek lazım! Müslüman kimdir, mü’min kimdir, münafık kimdir anlamak lazım! İşte o an belki bu ayrımsamanın farkına varıp kendimizi vicdan aynasında doğrultabiliriz.

Öyleyse, kimdir münafık?

Kanımca “iman ettim” kelimesinin gerektirdiği bedeli ödemeyen kişidir.

Peki, “iman ettim” demek nasıl bir bedel istiyor?

Sanırım bunu anlamak için bundan 1400 küsur yıl öncesine kısa bir seyahat gerekiyor.

Malum olduğu üzere, İslami tebliğin Mekke döneminde nifak diye bir olgu, ‘münafık’ adında bir insan tipi bulunmamaktadır ki, nedeni basittir: Mekke dönemi, müslümanlar için dünyevi anlamda refah, zenginlik (nîmet) değil, sataşma, küfür, mahrumiyet, kovulma, taşlanma, hırpalanma, ambargo, işkence, etrafının boşaltılması, can emniyetinin olmaması, kısacası külfet demekti.

Ayrıca Mekke döneminde Rasulullah (sav) toplum beyninde bir otorite değildi. İslam’ı kabul etmek zorlu bir iş, bedeli oldukça ağır olan iradî bir seçimdi. İnsanlar ya tamamen iman etmekte ya da hiç iman etmemekteydiler.

İman eden mü’minler (Hucurat suresindeki tanımlamayla,“kalplerine iman tam olarak yerleşmiş” bulunanlar), iman etme yönünde değil, etmeme doğrultusunda icbar ediliyorlar, büyük sıkıntı ve işkencelere maruz kalıyorlar, kelimenin tam anlamıyla, imanlarının bedelini ödüyorlardı.

Bu da bize o günün tablosunu yansıtmakla birlikte bedeli ödenmemiş imanın iman olmadığı yolunda bir ders vermektedir. 

Yani yukarda da arz ettiğim gibi iman bir bedel gerektiriyor! Öyle kuru kuruya “inandım” demek yetmiyor!

Buraya tekrar dönmek üzere devam edelim.

Bütün bu imtihan safhalarından alınlarının akıyla geçen; her şeye rağmen Hz. Peygamber (sav)’in yanını ve imanın safını tercih eden mü’minlerin, “nifak çıkartmaları” hiç kimsenin aklının köşesinden bile geçmezdi.

Peki Medine dönemi?

Hicret sonrası Medine’nin durumu bu bakımdan Mekke’ye hiç benzememektedir. Medine döneminde İslam’ın Nebevî merkezli siyasi bir güç haline gelmesi, kişiliksiz bazı kimselerin ‘nifak’ yolunu seçmelerinde esas belirleyici unsur olmuştu.

Zira Medine’de, Arabistan Yarımadası’nın ortasında yeni bir nizam, yepyeni bir hayat kurulmuştu. Eski Yesrib, şimdi ‘Medinetü’n Nebî’ (Peygamber’in Şehri) olmuştu.

Artık müslümanlar burada bir otorite olmuşlardı. Bu yeni durum aynı zamanda, altının ateşte eriyip de curufu bir yana, saf altın bir yana ayrışması gibi, şerefli insanlarla, şerefi develerin üstündeki ticarî emtiası olduğunu açıkça itiraf eden insanların; mü’minlerle kafirlerin, mü’minlerle münafıkların ayrıştığı bir dönem demekti. Yani nifak Medine’de, şehirde, medeniyetleşildiği yerde, kelimenin tam anlamıyla malın, servetin, paranın temerküz ettiği bir ortamda ortaya çıkmıştı.

Demek ki nifak aslında mal ve infakla ilgili bir kavram!  

Yani infaksızlık nifakı; nifak ise münafıklığı getiriyor!

Nasıl?

Bakalım…

Ne diyor Hadid 18. ayet; “Vererek tasdikini ispat eden erkekler (musaddıgûn) ile vererek tasdikini ispat eden kadınlar (musaddıgât) ve Allah’a güzel bir borç (karz-ı hasen) verenler… Onlar için kat kat artış ve ‘kerim’ bir karşılık vardır.”

Öyleyse nedir sadaka? Tasdik etmek, doğrulamak. Neyi doğruluyoruz? İmanımızı. Ne ile doğruluyoruz?  Vererek. 

İman iddiasında bulunduğumuz halde vermezsek ne oluyoruz? İki yüzlü, münafık…Yani sadaka imandaki sadakatin görüntüsüdür.

Buradan hareketle “iman mutlak bir bedel ister” tespitimize dönelim!

İman ettik mi? Evet! Tahkiki olmasa bile taklidi bir imanımız var hamdolsun.

Peki bu iman iddiamız karşısında nasıl bir bedel ödüyoruz ferdi ve toplumsal olarak?

Bakalım!

Yüzde 98 i İslam iddiasında olan bir toplumda suç oranları nasıl tavan yapmış durumda! Her adım başı trilyonluk camiler olmasına rağmen her camiinin cemaati 20-25 i geçmiyor!

Bu camilere sığınan düşkünler ve yoksullar kuduz köpek gibi kovuluyor! Hacca ve umreye dahi organizasyon şirketlerince kredi kartıyla turlar yapılıyor!

Zengin ve yoksul arasında dile dahi getirilemez bir uçurum var! Toplumun hemen her kesiminde adalet kavramı ayaklar altında! "Eşitlik" kavramı telaffuz dahi edilmiyor!

113 bin camide her vakit ezan okunuyor ama hala bu topraklarda kan dökülüyor, insan Allah'ın emaneti olarak görülmüyor!

Hırsızlık, ahlaksızlık, fuhşiyat ve İsrailiyat almış başını gidiyor! Doğru, iyi, merhametli insanlara "aptal" gözü ile bakılıyor!

Yaşandığı iddia edilen dinde en önemli hak "kul hakkı" iken insanlar namazın, orucun, haccın derdinde!

İslam iddiasında olan toplumun % 92 si bir kez dahi inandığını iddia ettiği İlahi kelamı okumamış!( Diyanet 2014 Araştırması) Toplumda insanlar İslam iddiasına rağmen canından, malından, ırzından emin değil! Hapishaneler ağzına kadar "insan" dolu ve bu suçların % 72 si ahlaksal suçlar!

İnandığımızı iddia ettiğimiz İlahi kelamın neredeyse üçte biri kenz (biriktirme)'yi ısrarla reddetmesine rağmen dünya geçimliği telaşı bizi infaktan, yardımlaşmadan, kardeşlikten uzaklaştırmış durumda!

Kur'an İslamı diye haykıran insanlarda dahi Lehül Mülk (Mülk Allah’ındır) kavramı yerleşmemiş ve her tarafta ırkçılık, hizipçilik, tekfiriyet naraları atılıyor!

"Bizden değil, benim gibi düşünmüyor öyle ise canı cehenneme" fikriyatı tüm zerrelere hakim! Boşanmalar son 10 yılda % 540 artmış durumda! , İlk şartı "sevgi" olarak Nebevi ikazla emredilen dinin muhataplarının her söyleminden kin, nefret, ayrımcılık, öfke fışkırıyor!

Huzurevleri tıkabasa "yaşlı ve bakıma muhtaç" insan dolu iken bu yaşlıların evlatları zevk-ü sefa içinde! Çocuk Esirgeme Kurumlarındaki yetim sayısı son 10 yılda 12 kat artmış durumda!  

Allah'ın en nadide eseri olan insan artık "parantez" içinde ve yerlerde sürünüyor!

Tevhid kavramını kendi hayatımızda canlandırmamız gerekirken sabah namazını kılmaktan aciz bizlerde toplumsal vahdet sevdası her benliği sarmış durumda! Yalan, riya, iftira, dolandırıcılık, haset, kin, öfke, nefret kol geziyor!

Menfaat en vazgeçilmez put durumunda! Müstekbirlerin yanında yer almak HAK olarak görülüyor ama doğrunun veya haklının yanında olmak HAKK olarak görülmüyor!

Kur'an-ı Kerim'de kavimlerin helakına işaret edilen her bir günah artık bir mahallede hatta bir evde işleniyor!

"Bana ne" cilik toplumun yedisinden yetmişine tüm fertlerine hakim durumda!Zulüm renge, ırka, mezhebe, cinsiyete bürünmüş durumda ve bu sayede Musa'nın buzağısı artık kan ve barut püskürüyor!Dünya üzerinde bulunan 63 ülkede yaklaşık 2 milyar müslüman (!)inim inim inliyor!

Dünyaya yaklaşık bin yıl hükmetmiş dinin imajı bugün ayaklar altında! Herkes kendi çıkarı, menfaati, yaşantısı ve doğruları için mücadele ediyor ama "ümmet" diye timsah gözyaşı döküyor!

Aynı Allah’a inanıldığı, aynı Peygamber’in risaletine iman edildiği, aynı kıbleye dönüldüğü halde sayıları artık ülke nüfusunun yarısına tekabül eden her bir cemaat, tarikat kendi Allah'ını farklı görüyor, kendinden olmayanı münkir sayıyor, ateş ehli ilan ediyor!

İsrailiyat çamuruna neden gırtlağımıza kadar saplanmış durumdayız ve debelendikçe batıyoruz! İçkiden, kumardan, fuhuştan elde edilen vergilerle camiler ve okullar yapılıyor, sonra da neden ihlas kayboldu diye dövünüp durur haldeyiz!

Toplumun neredeyse tamamı borç ve faiz batağında debeleniyor ve doğan / doğacak çocuklar bile "borçlu" durumda! Psikolojik vakalardaki artış % 1350 artmış durumda!

Dünyada savaşlara ve savunmaya ayrılan paranın sadece 8 günü ile yoksulluk bitiyor ama buna rağmen yılda 561.000 çocuk ve bebek savaş, yoksulluk ve açlık nedeni ile ölüyor!

Uzatalım mı kitaplar yazılabilecek bu listeyi? Gerek var mı?

Sahi biz imanımıza karşılık nasıl bir bedel ödüyoruz? Neyi imanımıza şahit kılıyoruz?Canımızı? Malımızı? Kanımızı? Servetimizi? Makamımızı? Şan ve şöhretimizi? Dünya sevgimizi?  Hangisi şahit bize?

En başa mı dönelim mi? Ne demişti hakim?

“Böyle zamaneden Allah' a sığınırım. Meyhanenin sahibi duanın etkisine inanırken hoca duanın hiçbir etkisi olmadığına inanıyor!”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.