KIZDIKLARIM

Çidem Ayözger Ergüvenç

Huysuzluğumdan mıdır nedir bilmem, bazı şeyler beni bazen biraz, bazen de fazlasıyla kızdırıyor. Denizde yüzerken tam da yanımdan geçen birinin öksürüp, ya da genzini temizleyerek denize tükürmesine kızıyorum. Ayrıca çok da iğreniyorum. Özellikle bu tehlikeli günlerde böyle bir davranış beni fazlasıyla tedirgin de ediyor.

İskeleye yanaşıp denizden çıkmak üzereyken çocukların ya da yetişkinlerin kendilerini bohça gibi denize atmalarına da kızıyorum ama bu sefer aynı zamanda çok da korkuyorum. Ya başıma atlarlarsa? Bırakın onların bir taraflarının kırılmasını altta kalanın canı çıksın.

Toplumda kimsenin küçük sesle konuşmak alışkanlığı yok. Çocuklar annelerine ya da babalarına uzaklardan avaz avaza bir şeyler söylüyorlar, onlar da aynı bağırış çığırış içinde yanıtlıyor. Yetişkinler de daha saygılı sayılmazlar. Bir yere yemeğe gidiyorsunuz yan masanızdaki yüksek sesli konuşmalar yüzünden, sizi hiç de ilgilendirmeyen konuları dinlemek zorunda kalıyorsunuz.

Sokakta yürüyorsunuz küçük, büyük fark etmez bir takım insanlar kulaklıklarını takıp kendilerini konuşmanın heyecanına kaptırarak üstünüze, üstünüze yürüyorlar; toplumsal uygarlık kuralları asla akıllarına gelmiyor. Aslında cep telefonlarını olur olmaz kullananlara da kızıyorum. Gitmişsin bir yere oturup, yiyip içeceksin. Herkesin elinde bir cep telefonu, kimsenin karşısındakiyle ilgisi yok sanki.

Sigarasını içen izmaritini yere fırlatıyor. Şimdilerde kullanılması zorunlu olan maskeler kirlendi mi, yere atılıyor. Biranı, suyunu ya da meyve suyunu içmişsin, boş şişeyi çöpe atmak çok mu zor; veya çöpün yanına kadar gitmişsin be mübarek neden dışarı, yere bırakıyorsun. Çöplüğün kapağını açıver bir zahmet.

Uçağa binmeden bagajınızı bırakacaksınız, nedense kontuara yanaştığınızda arkanızdaki hiç tanımadığınız bir insan ensenizin dibinde bitiverir.

Bankaya gidersiniz, çalışanların çoğu çok nazik, yardımcı olmaya çalışırlar ama bazıları sanki aman lâfı uzatma, işini bitir ve bir an önce git der gibi bir tavır takınıp ya önündeki belgelere ya da bilgisayar ekranına gözlerini dikerler, yüzünüze bakmaktan kaçınırlar. Bir seferinde böyle bir durumu birkaç kez aynı hanımla üst üste yaşayınca birden başımı doksan derece yana bükerek eğildim kontuarın üzerinden yaklaştım. Muhatabıma, “Güzel gözlerinizi görmek istedim, hem belki siz de benimkileri merak ediyorsunuzdur diye düşündüm. Bakın, çok da fena sayılmazlar. İsterseniz yüz yüze çalışalım” dedim. Elinde olmadan güldü. Hava dağıldı ikimizin de keyfi yerine gelmişti; sonra ne zaman o bankaya gitsem aynı hanım gülümseyerek beni karşılar oldu.

Birine bir şey anlatmak istersiniz, sözünüzü sizin adınıza tamamlar, oysa onun söylediklerinin sizin anlatmak istediğinizle hiç ilgilisi yoktur. Leb demeden leblebiyi anlamıştır ama yanlış anlamıştır. Karışmasa da siz sözünüzü tamamlasanız olmaz sanki.

Espri yapmak zekâ işidir. Bu konuda eksikliği olan insanlar espri yapmaya kalkışırlar ve ne yazık ki yüzlerine, gözlerine bulaştırırlar.

Fıkra anlatmak bir sanattır. Mimik kullanacaksınız, ses tonunuzu fıkranın içeriğine göre ayarlayacaksınız, yerinde ve zamanında fıkra anlatacaksınız; fıkra anlatırken arada kesip kendiniz gülmeyeceksiniz, başkaları gülmeden gülmeyeceksiniz falan. Bunları yapamadan fıkra anlatanlara kızmasam da anlattıkları fıkralardan doğrusu hiç hoşlanmam.

Bana bir şey uzun, uzun anlatılır; anlamamışım sanıldığı ya da daha iyi anlatabilmek için yeniden başa dönülür, bozuk plak gibi tekrar ve daha da süslenerek anlatılır. İşte ben buna da kızarım.

Kapıdan geçerek bir yere gireceğim, deyin ki bir mağazaya. İçeriden çıkan insan genç, yaşlı, kadın, erkek demem kenara çekilirim; çünkü bana yol vermesi gerekenlerin bu nezaketi göstermeyip beni ezip geçeceğinden korkarım. Karşıdan gelen benden yaşlı ise (böylelerine rastlamam giderek güçleşiyor) yol veririm; ama aksi durumda bana yaşım, cinsiyetim ya da öncelik hakkım nedeniyle yol vermiyorlarsa içimden,“beni ezsinler de görsünler günlerini” diye düşünüp üstlerine, üstlerine yürürüm. Neyse ki zorunlu olarak kenara çekilirler.

Televizyonun malûm kanallarında insanlar çıkar, gözümüze, gözümüze bakarak yalan söylerler; işte o zaman kızmakla yetinmem öfkeden deliririm. O nedenle uzun süredir bu tür televizyonları izlemiyorum.

Uzun yolda arabayla gidiyorsunuz. Kadın şoförsünüz, arkadan bir araba sizi sıkıştırır. Doğal olarak yol verirsiniz; sizi sollar, önünüze geçer ve nedense hızını düşürür. Bu kez süratinizi düşürmemek için siz onu geçmek istersiniz, başlar asfaltta sağa sola salınmaya. İllâki size yol vermeyecek. Mecbur yavaşlarsınız, o araba uzaklaşır, sonra siz istediğiniz hıza ulaşır onu geçersiniz ki, bu kez yine celâllenir sizi geçmek için uğraşır. En sevdiğim şey, geçmesine izin veriyor gibi yapıp birden gazlamak. Bazen de solamaya çalışırken yol vermeyenleri tam geçerken direksiyonu hafifçe onlara doğru kırdım mı hemen en sağa kaçarlar.

İnsanlar evlerini çok temiz tutmak isterler. Bir adım öteleri ise onları ilgilendirmez. Sokakları, çevreleri temiz mi diye hiç aldırmazlar; evin çöpleriyle doldurdukları faraşlarını sokağa dökenler olur, sonra da sokak hayvanlarına plastik kap içinde yemek bırakırsanız etrafı kirletiyorsunuz diye yakınırlar. Oysa sonra siz o kabı alıp atacaksınızdır.

Hastaneye gidersiniz bazı doktorlar size gereken saygıyı göstermeğe gerek duymaz, her şeyin başı “sen” diye hitap etmeğe başlar; sonra “abla”, “teyze”, “hanım, sen” gibi ifadeler kullanır. Birçok kez benim de başıma aynı şey geldi. Bir seferinde dayanamadım, doktorla işim bitince ondan bir ricada bulanacağımı belirttim. Ne istediğimi sorunca, “Ben size hep siz dedim, umarım böyle bir şey bir daha olmaz; ama ola ki tekrar karşılaşırsak bana lütfen “siz” der misiniz?” diye sormuştum.

Taksiye binersiniz ön koltuk sonuna kadar arkaya dayanmıştır. Daha önce binmiş olan yolcu öne oturup rahatını sağlamış. İyi hoş da siz konuştukça çenenizin diz kapaklarınıza çarpmasına katlanmak zorunda mısınız? Neden kimse ön koltuğu yerine çekmeyi akıl etmez? Taksilerin arka koltuklarını kullanmak daha yaygın değil midir?

Kalabalık bir yerde karşıdan karşıya geçmek için beklersiniz. Yayaya yeşil ışık yandığında insanlar kendilerine göre sağdan geçseler sanki günaha girerler. İki taraftan gelenler de akıllarına estiği yerde yürümeyi seçerler ve herkes birbirine girer.

Yağmurlu havada kaldırımda yürüyorsunuz, birden ayakkabınız, ayağınız hatta bacağınızın bir bölümü çamur içinde kalır. Kaldırım taşlarından biri yerinden oynamış ve altına su dolmuştur. Doğal olarak fark etmeden üstünüze basarsınız. Yine yağmurlu havalarda caddelerde ufak ırmaklar akarken yoldan bir araba hızla yanınızdan geçer. Bu kez yalnız dizkapağınızın alt kısmı ıslanmakla kalmaz, neredeyse çamur banyosu alırsınız.

Sözü uzatırsam daha sayfalar dolar. Acaba “Kızmadıklarım” başlıklı bir yazı yazsam daha mı iyi olurdu?

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.