HİKMET, HEKİM, HÜKÛMET / DUR YOLCU!

HİKMET, HEKİM, HÜKÛMET / DUR YOLCU!

Kerime Yıldız yazdı: HİKMET, HEKİM, HÜKÛMET / DUR YOLCU!

HİKMET, HEKİM, HÜKÛMET / DUR YOLCU!

Rahmetli Nihad Sâmi Banarlı, “Devlet ve Devlet Terbiyesi” kitabında “hükûmet” kelimesini “hükümet” şeklinde yazıp kullanmak âdetinin çok yayıldığından şikâyet ederek şöyle diyor:

“Hükûmet, hükümet sözcüğü misâli, ufacık tefecik, cılız bir kavram değildir. Hükûmet, bir ülkeyi, bir devleti, şanla şerefle idâre eden müessesedir. Halkımız, heybetli varlıklara heybetli isim koyar. Okumuşların, idârecilerin, aslını bozup, “hükümet”e çevirdikleri hükûmete, ısrarla ‘hukumat’ demeye devam ediyor. Demek ki halkımızın heybet anlayışı, hükümet edenlerden daha üstün.”

Eskiden devlet idâresindeki sırları, mecbûriyetleri anlatmak için “hikmet-i hükûmet” dendiğini; milletimizin bu hikmete kuvvetle inandığını ve “hukumat kapısı”ndan büyük işler beklediğini ifâde eden Banarlı, devlet idâresinde güvensizlik oluşturacak işler yapmanın “hükûmet” kelimesini “hükümet”e çevirmek demek olduğuna dikkat çekerek şu dizeleri hatırlatıyor:

Hükûmet, hikmet ile müşterektir
Vezîr olan, hâkim olmak gerektir

Sanatkâr ruhlu bir ilim adamı olan Nihad Sâmi Banarlı’da fikrin tahassüsü, hissin tefekkürü tecellî etmiştir. Banarlı; millî târihi, dili, kültürü ve edebiyatı, kuru bir ilimle değil, aşkla güzellikle sevdirir. Kuru kuruya romantizm de yapmaz. Ayakları, yere sağlam basar.

Geçtiğimiz salı günü Ankara’da Gelecek Partisi’nin düzenlediği, “Sağlıkta Güven Gelecek” Çalıştayı’nda Ahmet Davutoğlu’nun konuşmasını dinlerken zihnim, doğruca Banarlı Hoca’ya gitti. Sağlık çalışanlarının dertlerine, mâruz kaldıkları şiddete vurgu yapılan konuşmalardan sonra söz alan Davutoğlu, meseleyi, başka bir açıdan ele aldı. Hekim kelimesinin hikmetten geldiğini hatırlattı ve iktidarın, hekim ile hasta arasındaki insicamı bozarak rakip hâline getirdiğine dikkat çekti.

İlginç olan şu ki hekim ve hastayı rakip hâline getiren hükûmet de hikmetden geliyor. Hekimin ve hükûmetin vazîfesi, hikmetlerle doludur. Fakat hekimlerin dertleri söz konusu olduğunda hâkim olması gereken Cumhurbaşkanının, “giderlerse gitsinler!” ifâdesinde hikmet göremedik.

Bu hikmetsizliğe destek olan yazarlara, özellikle de yazar hanımlara sesleniyor ve çok özür dileyerek soruyorum: Bir okuyucu, bir yazıyı kaleme almak istemediğinizde, “Yaz o…u” derse ne hissedersiniz? Bir doktor hanım söyledi. Son günlerde keyfî ilaç yazdırmak isteyen hastalara “hayır” dediklerinde böyle hakârete uğrayan doktor hanımlar varmış.

Çalıştay’da konuşan Prof. Dr. Serap Yazıcı’nın ifâdesiyle, “kutuplaştırarak öfke kontrolü yeteneğimizi yok eden” iktidar, hükûmet etmeyi bir partinin bekâ meselesi olarak görüp “hükümet etme” zayıflığına indirdi. Öfkeli ve hesapsız konuşmalar, şiddetin değirmenine su taşıdı.

Hem hikmetten uzaklaşıp hem de hikmetinden suâl olunmasın istemeyen iktidarın neyini suâl edelim ki? Geriye cılız, ufacık tefecik bir “hükümet” kaldı.

TEŞEKKÜRLER SÂRE DAVUTOĞLU, TEŞEKKÜRLER AYŞE GÜNEY

“Sağlıkta Güven Gelecek” Çalıştayı, Sâre Davutoğlu’nun tepeden himâyesiyle değil, bizzat katılımıyla gerçekleşti. Sâre Hanımefendi, misâfirlerle tek tek ilgilendi. Doktor kimliğiyle konuştu; diğer konuşmacıları, büyük bir dikkat ve nezâketle dinleyerek notlar aldı.

Çalıştay’a dâvet için arandığımda, “Ben doktor Ayşe Güney” diyen ses, beni aldı Fâtih’te yaşadığım yıllara götürdü. “Sizi hatırlıyorum.” dedim. Ayşe Hanım, beni çıkaramadı; ben de hangi vesîleyle tanıştığımızı bir türlü hatırlayamadım. Ankara’da karşılaşınca ikimiz de emin olduk. Taşmektep’te aynı öğretmende okuyan çocuklarımız vardı. Ayşe Hanım’ın iki oğlu da doktor olmuş. Biri, nöbet sonrası kazâ yapmış. Yaralanmamış ama kazâya rağmen uyumaya devam etmiş. Benimkilerden biri, İTÜ’de öğrenciyken yere düşen bir şeyi almak için eğildiğinde ötesini hatırlamayan bir mîmar. Günlerce uykusuz kaldıktan sonra betonun üzerinde uyuyakalmış. ODTÜ mezunu olan mühendis oğlumun ise odasını toplarken gözlerim dolardı. Notlarına bakar, “Beynin nasıl dayanıyor oğlum?” diye söylenirdim.

Bu çocukların kolay yetişmediğini bizzat tecrübe eden anneler olarak, haklarını istediklerinde kapıyı gösteren nitelik düşmanlarına esef ettik. Sâre Hanım farkının hissedildiği yerde Ayşe Güney’in de olmasına çok memnun olduğumu ifâde ettim. Fâtih arsasından ayrılmayan Ayşe Hanım, oranın mâneviyâtını, nezâketini ve tevâzusunu Ankara’ya getirmişti. Nitekim yemek zamanı geldiğinde bu fikrim, daha da kuvvetlendi. Aşağıya yemekhâneye indik. Herkes ama herkes, yemek sırasına girdi. “Bunu ne kadar iyi düşünmüşsünüz Ayşe Hanım!” dediğimde, “Salonumuz yemekhânemiz varken o kadar masraf etmeye ne gerek var?” karşılığını verdi. Bu sâdeliğe, İslâmı referans göstererek iktidara gelenler yüzünden hasret kaldık, maalesef!

HİKMET’İN AĞABEYİ OLAN TIBBİYELİ ŞEHİTLER, BU VATANI BEKLİYORLAR! / SÜMBÜL KOKUSU

Eskiler, sümbüllerin açtığı mart ayının havasına, “sümbülî hava” derlermiş. 18 Mart 1915’de, bir sümbülî havada Çanakkale Deniz Zaferini kazandık. 1919’da İstanbul işgal edildiğinde Hikmet adındaki tıbbiye talebesi, yine bir sümbülî havada (14 Mart) Türk bayrağını, Tıbbiye binâsına astı. Hikmet, daha sonra okulu yarıda bırakıp İstiklâl Harbi’ne katıldı. Sivas Kongresi’nde yüksek sesle, “Mandaya hayır!” dedi. Zaferden sonra okuluna dönüp doktor oldu.

14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle “Tıbbiyeli Hikmet’in yaktığı ateş” ifâdesi çok kullanılıyor. O ateşi, Hikmet yakmadı. 1915’de Çanakkale’den dönmeyenler yaktı. Hikmet, 1921’de mezun olamayan tıbbiyeli ağabeylerini iyi biliyordu. Onların yaktığı meşâleyi teslim alarak Anadolu’ya koştu.

Çanakkale Boğazı’nın iki yakasını birleştiren 1915 Çanakkale Köprüsü, bugün açılıyor. Hayırlı uğurlu olsun! Hem maddî hem mânevî anlamda köprü kurmak çok önemlidir. Medeniyetin göstergesidir. Fakat köprü ve yol yapmakta gerçekten mâhir olan AK Parti, bu memleketin hak hukuk isteyen gençlerine kızıp, köprüleri atmaya bayılıyor.

Bugün 18 Mart. Çanakkale Deniz Zaferi’nin 107. yıldönümü. Tahammülü biten doktorlara kapıyı gösterenler, “1915 Çanakkale Köprüsü’nün açılışını yaptıktan sonra Gelibolu sırtlarında yazan “Dur yolcu!” kitâbesine dikkatli baksınlar! Necmeddin Halil Onan’a âit olan mısrâların devâmı şöyle:

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek Anadolu'nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir

Hikmetten nasibi olanlar, eğilip kulak verdiklerinde 1921’de mezun olamayan “Tıbbiyeli Mehmedler”in de sesini duyacaklar:

“Biz, bu vatan için öldük. Buradayız!”

Çanakkale Deniz Zaferimiz kutlu olsun! Bu toprakları bize vatan kılan şehidlerimizi, rahmet ve minnetle anıyorum.

“Buradayız! Bir yere gitmiyoruz!” diyen doktorlarımızı saygıyla selâmlıyorum. Gidenlere kızmıyorum. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Sümbül Kokusu” hikâyesinde olduğu gibi, gittikleri yerlerde buradan götürdükleri bir kokuyu hissedince, “Ah vatan!” deyip gelecekler.

Ana kokusu, sümbül kokusu, çay kokusu…. Artık her neyi götürdülerse…

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler