Kerime Yıldız

Kerime Yıldız

Devlet Adamlarına Hakâret Eden Gazeteciler, Devlet Uçağına Biniyorsa...

Bir röportaj vesîlesiyle dün, Taha Akyol’un misâfiri oldum. Tanıyordum ama tanışmamıştım. Yazılarından daha nâzik, daha kibar bir beyefendi, bir hukuk adamı vardı, karşımda. O konuşurken aklımdan, Nedîm’in “Haddeden geçmiş nezâket yâğ u bâl olmuş sana” mısrâı geçti.

Erol Güngör’ü, sâdece kitaplarından tanıyorum. Onun da çok beyefendi olduğunu duyardık. Taha Akyol böyleyse “ağabey” dediği Erol Güngör nasıldı acaba?

Devlet adamlarına, siyâsîlere hakâret eden, ayar veren, aşağılayan köşe yazarları aklıma geldi. “Bütün gazeteciler böyle olsa ne güzel olur.” diye düşündüm. Zîrâ köşe yazarları, “Network” filmindeki “kızgın peygamberler” gibi taklit ediliyor. Sorumsuzca yazdıkları yazılar, çevreyi kirletiyor; halkı bölüyor. Umurlarında mı? Hayır! Kendine saygısı olmayan insanların millete saygılı olmalarını beklemek, abesle iştigaldir. Tek dertleri, uçağa binmek.

Devletin uçağına binince ufkun bitmesi, bir gazeteci için çok tâlihsiz bir kariyer! Daha tâlihsiz olan ise devlet adamlarının, bu zaafı kullanması!

Devletinin, hukuk devleti; halkının ise o devletin şemsiyesi altında hür vatandaşlar olması uğrunda, kalemini kitap yazar gibi kullanmak, her babayiğidin harcı değil.

Velhâsıl, hem kendine hem devletine ve milletine saygılı bir yazarla sohbet etme şansım oldu. İmrendim, kıskandım. Her saldırıya, her hakârete rağmen üslûbunu bozmadı. Benim de devlet terbiyem var ama kalemim, kitap yazar gibi değil. Peki, neden olmasın?

İşte böyle bir ruh hâlindeyken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Bosna Hersek'teki temaslarının ardından Ankara'ya dönüşü sırasında uçakta gazetecilere yaptığı açıklamaları okudum. Yok yok, benim Taha Bey gibi mütehammil olmama imkân yok. Benim, Irazca ana diye bir kahramanım var. Tahammül mülküm, haberi okuyunca yıkıldı gitti.

Erdoğan, “Babacan’a, Ahmet Davutoğlu’na, Abdullah Gül’e kırgınlığınız var mı?” sorusuna,“Bu soru sorulur mu Allah aşkına! Bunlara kırgınlık olmayacak da kime olacak?” cevâbını vermiş. “Kaç senedir kırgınsınız?” sorusunun cevâbı ise şöyle:

“Bu tür yaklaşımların olmasıyla başlayan bir süreç… Ama biz baldıran zehrini içerek hep sabrettik ve aleyhte herhangi bir şey konuşmadık.”

Evet, Cumhurbaşkanımız, yol arkadaşları aleyhinde bir şey söylemedi.

Ama...

İşte bu noktada çok mühüm bir “ama” var.

Cumhurbaşkanımızın bu açıklamayı uçakta yapması, tevâfuk oldu. Zîrâ dâvâ arkadaşlarına hakâret eden gazeteciler, yıllardır devletin uçağında ağırlanıyor. Eski Cumhurbaşkanına, başbakana hakâret eden gazetecilerin devletin uçağına dâvet edilmesi, edilen hakâretlerin onaylanması anlamına gelir mi gelmez mi?

Devleti yönetenler arasında anlaşmazlıklar olabilir, çatışabilirler. Bâzen birinin çekilmesi de gerekebilir. Gazeteciler de taraf veya muhâlif olabilirler ama hakâret edemezler.

Son yıllarda Erdoğan ile dâvâ arkadaşları arasındaki anlaşmazlıklarda, çığrından çıkmış bir gazeteciliğe şâhit olduk. Üzülerek okuduk, bâzı hakâretleri. Bülent Arınç’a, “Manisalı Lawrens”, “Cübbeli Bülo” denildi. Abdullah Gül’le, “Gülbû” diye dalga geçildi. Ahmet Davutoğlu’nu tahfif eden hakâretleri

sıralasam sayfa dolar. Ali Babacan, fetöcülükle suçlandı. Gazeteciler kim oluyorlar da Cumhurbaşkanlığı, TBMM başkanlığı, başbakanlık ve bakanlık yapmış devlet adamlarına hakâret ediyorlar? Hadi ettiler, niçin devletin uçağına, resepsiyonuna çağrılıyorlar? Niçin devlet katında itibar görüyorlar?

Cumhurbaşkanımız, aynı açıklamada dâvânın terkedilmeyeceğini söyleyerek, makamları elden gidenlerin başka yollara gittiğini îmâ etmiş. O makamlara nasıl geldiklerini de hatırlatmış.

En meşakkatli günlerde Erdoğanla birlikte yürüyenler, şimdi yanında değilse ve en meşakkatli günlerde arkasından vuranlar, şimdi yanındaysa bu dâvâda bir sıkıntı yok mu?

Misâl vermek gerekirse seçimden evvel tövbe sözü veren Numan Kurtulmuş, AK Parti’ye karşı olduğu günler için değil tövbe etmek, tövbe-nâme yazmalı.

Dâvâ arkadaşlığı husûsunda çok hassas olan Sayın Cumhurbaşkanımıza, haddim olmayarak iki hikâye tavsiye edeceğim.

Birincisi, Tolstoy’un “Ateşi Kıvılcımken Söndürmeli” hikâyesi. Eğer Cumhurbaşkanımız birilerine kırılacaksa sırf ikbâl uğruna kıvılcımı yangına çevirenlere kırılmalı.

İkinci hikâye ise Ömer Seyfettin’in Diyet’i.

Kaabiliyetleri ve çalışkanlıkları sâyesinde yüksek makamlara gelmiş insanlara, ikide bir de “Benim sâyemde...” denilirse, “Al şu diyetini verdiğin şeyi!” demelerine hazır olunmalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum