Çidem Ayözger Ergüvenç

Çidem Ayözger Ergüvenç

BİR GEZİNİN ÖĞRETTİKLERİ

Birkaç yıl önce, henüz korona salgını dünyayı esir almadan, o günlerde yürütme kurulunda çalışmakta olduğum Türkiye Otizm Meclisi’nin genel kurul toplantısı için Seferihisar’a gittim. Mevsim erken ilkbahar, Nisan ortası gibi ama aksilik bu ya havalar oldukça serin ve yağışlı.

Sabah erken bir saatte İzmir’e indim, beni aldılar Seferihisar’a götürdüler. Oldukça geniş bir alana yerleştirilmiş iki ya da dörder dairelik villalar ve ana bina; tabii ana binanın önünde durduk. İçeri girdiğimde nutkum tutuldu; ortam inanılmayacak kadar soğuk, hiçbir ısıtma önlemi de alınmamış. Bu koşullarda kalmama olanak yok. “Kusura bakmayın, ben bu koşullarda toplantılara katılamayacağım” dedim. Bunun üzerine odalarda klimaların olduğunu ve sıcak üfleyecek biçimde hepsinin ayarlandığını söyleyip, beni yaz sıcağında bile ana binaya uzak gelecek bir villaya götürdüler. Ana binaya uzak olması yemek salonunun da orada bulunması nedeniyle önemli. İnsanlar acaba denizden çıktıktan sonra serinlemiş olarak odalarına gidip yine kan ter içinde kalmak ve o sıcakta geri dönüp yemek yemek için para harcayıp burada tatil yapmayı nasıl seçiyorlar diye düşünmekten kendimi alamadım.

Odama girdiğimde bana eşlik eden görevliden klimayı çalıştırmasını rica ettim. Uğraştı, didindi klima bozuk; o arada baktım odadaki pencere tam olarak kapanamıyor, içerinin soğuğu yetmiyor gibi dışarıdan gelen rüzgâr da odayı hafif bir korku filmi uğultusu ile kaplıyor. Kuşkusuz bu odada kalamayacağımı söyleyip geri çıktık. Çamurlara bata çıka ana binaya döndük. Artık kararım kesin, Ankara’ya döneceğim. Yine beni ikna ettiler ve bu kez ısınacağından kesin olarak emin oldukları bir odaya yerleştireceklerini, ben toplantılardayken de yirmi dört saat klimanın çalışacağını söylediler. Yine yollara koyulup kalktık gittik.

Oda demeğe bin şahit ister, daha ziyade salon-salamanje büyüklüğünde bir mekân. Gerçekten de klima çok güzel çalışıyor; yatağa doğru yönlendirilmiş, o bölge bayağı ılık. Artık huysuzluk etmemeğe karar vererek kalmayı kabul ettim.

Şimdi gelelim öğrendiklerime. Yerleşme telâşı bittikten sonra bizi yemek salonuna davet ettiler. Bu bölümü yazlık konuklarını serin tutmak için en havadar yere koymuşlar. Üstü kapalı, güneşten korunaklı; ama her yer hakuran kafesi gibi açık. Birkaç elektrikli ısıtma koymuşlar o da “mum yalnız dibini aydınlatır” hesabı ancak yakın çevresine şöyle bir ılıklık sağlıyor. Öğrendim ki insanlar sıcak olması gereken çorbaları üstündeki yağlar hafif donduktan sonra bile içebiliyorlar. Mutfak ile yemek salonu arasındaki uzaklık nedeniyle servis YAPILANA kadar (özellikle büyük harf yazdım çünkü Türkçeyi bozma yarışında bu sözcük yerine “etmek” diyorlar. Servis etmek! Ne iş?) çorbalar neredeyse buza kesiyor. Herkes içti kuşkusuz. Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Sıcak olması gereken yemekleri de aynı minval üzere yedikten sonra bizi toplantı salonuna aldılar; tüm koşullarıyla yemek salonunun ikizi.

Toplantı başladı hepimiz üşüye dona titreye otizmli sevgili çocuklar için harıl harıl çalışmaya koyulduk. Soğuk çaylar, soğuk kahveler içerek epey uzun süren toplantımızı tamamlarken yönlendiricimiz (moderatör) “Artık toplantıyı bitirmek istiyorum gidip buz tutmuş olan ayaklarımı ısıtacağım” dedi. Öğrenmek için söz istedim ve “acaba nerede ısıtabileceksiniz” diye sordumsa da hevesim kursağımda kaldı. Neyse, hiç değilse o yoğun ve zaman zaman gergin geçen toplantıdan sonra insanları gülümsetmeyi başarmıştım.

Titreyerek otel kompleksi içinde ufak bir gezinti yaptıktan sonra kendimizi akşam yemeği için yemek salonuna attık. Her şeye rağmen birbirlerini yıllardır tanıyıp, aynı amaca hizmet etmeye çalışan dostlar bir arada keyifli sayılabilecek bir yemekten sonra odalarımıza geçtik ve benim öğrenme sürecim yoğun bir biçimde yeniden başladı.

Yatağıma girdim, çarşaflar nemli. Sağ olsunlar kim bilir kaç yıllık (malûm yazlıklarda battaniye kullanılmaz; muhtemelen otelin ilk açıldığı dönemde tedbir amacıyla alınmış) birkaç battaniye üst üste yataklarımıza örtmüşler ama onlar da nemli olduğu için epe ağır. Ağır-mağır, razıyım, altlarında nefes darlığı geçirsem bile hiç değilse uyumayı hayal ediyorum. Ne var ki bir türlü ısınamıyorum. Kalktım klimanın sıcak havayı doğrudan üflediği yere dikildim. Öğrendim ki insanlar zora gelince ayakta da uyuyabiliyormuş. Ne acı ki uykularım bir iki dakikayı geçemiyor, sendeleyip düşme tehlikesiyleyüzleşince sarsılarak uyanıyorum.

Aynı gece ölümden korkmamam gerektiğini de öğrendim; morg kadar soğuk bir ortamda bir gece kaldıktan sonra morga gitmekten, toprağa girmekten kim korkar.

İzleyen sabah katıldığımız toplantıda baktım burnum akmaya başladı, soğuktan insanın burnunun aktığını öğrenmenin mutluluğunu yaşarak toplantıya yapabildiğim katkıyı sağlamanın doygunluğu ile arkadaşlarımızla birlikte otelden ayrılıp uçağa oradan evime gittim.

Maalesef burun akması nedeninde yanılarak kendimi boşuna avutmuşum. Ankara’ya döndüğümde nezle öksürük, baş ağrısı falan günlerce hasta yattım.

Gelelim haddim olmadan doktorlara bir şey öğretmeğe. Soğuk almak insanları hasta edebiliyor. Çok sevdiğim bir doktor arkadaşım ısrarla böyle bir şeyin tıpta yer almadığını soğuk algınlığı diye bir hastalığın bulunmadığını söyler durur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.