Prof. Dr. Anıl Çeçen

Prof. Dr. Anıl Çeçen

TERSİNE GÖÇ TÜRKİYE’Yİ BİTİRİR

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

         Tarih boyunca birçok göç olayı gerçekleşmiştir. Göçlere genellikle; savaşlar, hegemonya mücadeleleri, saldırılar ve işgal girişimleri, siyasal rejim değişiklikleri, otoriter ve baskı rejimleri ile salgın hastalıklar ya da doğal afetler gibi neden olmakla birlikte, tarihin her döneminde zamana göre değişik eğilimler gösteren çeşitli etkenler de neden olmuşlardır. İnsan doğası gereği yer değiştirmeyi sevmesine rağmen, hiçbir zaman sebepsiz olarak yaşadıkları yerleri bırakarak başka ülkelere gitmemişlerdir. Normal koşullarda her insan, doğduğu toprakları anavatanı olarak kabul ederek, yurdunda ayakta kalmaya ve geleceğe dönük mutlu bir yaşam düzenini kurarak kendi ülkelerde anavatan duygusu içerisinde ailesi ve akrabaları ile yaşam düzenini sürdürmeğe çalışmıştır. Bir anlamda her insan doğduğu toprakların ürünü olarak diğer canlılar ile beraber bir yaşam düzenine doğal koşullarda yönelmiş ve aynı doğallığı ömrünün sonuna kadar sürdürerek vatan duygusu ile yaşadığı topraklara ve ülkelere bağlılık içine girmiştir. Yurtseverlik ya da vatanseverlik olarak tanımlanabilecek bu duygular her insanda farklı biçimlerde öne çıkmış ama insan olan herkeste bu gibi duyguların çeşitli yansımaları her zaman için etkileyici olmuştur. Yaşam insan ile doğal çevre arasındaki bağlantı olarak ele alınırsa, herkesin doğduğu ve yetiştiği topraklara ya da ülkelere en azından bir bağımlılık içerisinde olduğu görülmektedir. Bu tür karakter özellikleri insanların doğup büyüdükleri ülkelere olan bağımlılıklarını artırmış ve ciddi bir sebep olmadıkça insanlar doğal olarak dünyaya geldikleri kendi vatanlarında yaşamlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir.

       İnsan ve çevre ilişkileri açısından konu ele alındığında her insanın dünyaya geldiği doğal yapının bir parçası olduğu görülmüştür. Bu nedenle, özellikle çocukluğun geçtiği ve içinde yetişildiği anavatanlar bir insan için öncelikli yaşam bölgesi ya da alanı olarak kabul edilmiştir. Ne var ki, yaşam süreci ve bu gelişim çizgisinde ortaya çıkan çeşitli olaylar ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan gelişmeler tarihin her döneminde büyük ve önemli göç hareketlerini de beraberinde getirmiştir. Dünyanın jeolojik gelişim süreci içerisinde ilk canlılar doğal çevre koşulları nedeniyle sürekli olarak yer değiştirmek zorunda kalmışlar, doğal afetler ve benzeri doğa olayları bütün canlılar ile beraber insanları da dünyanın çeşitli coğrafyalarına doğru sürüklemiş ve bu nedenle yerleşik uygarlığa geçmek uzun zaman almıştır. Mevsim dönüşümleri ile beraber ortaya çıkan çevre koşullarında değişiklikler insanları beraberlerinde sürüklemiş ve bu nedenle sürekli göç ilkel dönemde bütün canlılar ile beraber insanların da kaderi olmuştur. İnsanlar hiç istemeden sürekli yer değiştirmek zorunda kalınca, kendilerini bu duruma zorlayan doğal olaylara ve güçlere tapınmak durumunda olmuşlardır. Bugün Afrika ve Okyanusya’nın geri kalmış bölgelerinde hala ilkel dönemlerden kalma doğal olaylara ya da güçlü varlıklara tapınma geleneğinin sürdürmesi, insanların ne denli doğal olaylara esir kalarak ve bunların etkisinde korkarak yaşam mücadelesi verdiklerini açıkça göstermektedir. Göç olgusu insanları her zaman için bir göçebe yaşama mahkûm edince, insanların belirli coğrafyalara yerleşmesi zaman almış ve ancak ortaçağ döneminden sonra derebeylik düzeninin oluşmasıyla beraber dere boyları ve su bölgelerinin kenarlarına insan toplulukları yerleşerek, geleceğe dönük yerleşik yaşam düzeninin temellerini atabilmişlerdir. Yanardağlar, depremler, su baskınları ve benzeri büyük olaylar olmadıkça bu aşamadan sonra insanların kolay kolay yer değiştirmedikleri görülmüştür. Bilimsel devrimlerin ortaya çıkması ile yaşam düzenlerinin gelişmesinden sonra, insanlar doğaya egemen olmağa başlamışlar ve doğal olaylara karşı koyarak daha da ileri gidip direnerek yerleştikleri ülkelerinde kalmışlar ve böylece doğup büyüdükleri vatanlarını terk ederek göç etmemişlerdir.

      Orta çağ sonrasında insanlık denizlere egemen olarak beş büyük kıtayı ve yerküreyi keşfederek fethedince, artık doğal olaylara dayalı göçler geride kalmış, insanlık dünyayı keşif ve kıtaları fethetme serüvenine başlayınca, batı Avrupa’nın emperyalist devletlerinin öncülüğünde bir sömürgecilik düzeni beş yüz yılı aşkın bir süre bütün dünya ülkelerine yayılmış ve böylece eski kıta Avrupa’dan yenidünya adı verilen Amerika ile diğer kıtalara doğru büyük göçler olmuştur. Emperyalizm ve sömürgecilik batı Avrupa’nın büyük ülkelerini dünya hegemonya kavgasına doğru sürükleyince yeni ve yakın çağlar yoğun siyasal olaylar ile geçmiş ve bu olayların etkisi ile de insan toplulukları sürekli yer değiştirerek yeni siyasal durumlara ya da yeni devlet yapılanmalarına uygun bir biçimde dünya haritası üzerinde yerlerini değiştirmek durumunda olmuşlardır. İnsanlığın son beş yüz yılı böylesine olaylara bağlı gelişmelerin ve bunların doğal sonucu olan göçlerin birbirini izlediği bir dönem olarak dünya tarihinde yerini almıştır. Devletlerarası rekabet ve çekişme, dünya kıtalarının fetih yarışı içinde geçen yüzyıllar içerisinde büyük göçlere yol açmıştır. Dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’dan başlayan göç dalgaları, sömürge imparatorlukları ile bütün kıtalara ve adalara doğru yayılırken bugünkü dünya haritasının oluşumu yüzyıllar boyu gelişmeler ile mümkün olabilmiştir. Dünyaya egemen olma yarışı beraberinde yer küreye egemen olma yarışını da getirmiş ve bu nedenle hem Avrupa kıtasında hem de diğer bölgelerde sürekli savaşlar birbirini izlemiştir. Dünya ülkelerine egemen olma arzusu devletlerarasında ciddi çekişmelere yol açınca, giderek güçlerini artıran devletlerin öncülüğünde nüfus yayılması ve göçler daha planlı olarak yapılmış ve bu nedenle bazı etnik gruplar ya da kültürel grupların ülke ya da yer değiştirmeleriyle beraber gene göç olgusunun tarih sahnesinde öne çıktığı görülmüştür.

     Yeni ülkelerin keşfi sonrasında kurulan sömürgelerin zaman içerisinde devletleşmesi ve ulusal toplumlara dönüşmesi seyri içinde, çeşitli grupların farklı hareketlere yöneldikleri görülmüştür. Bazı gruplar içinde yaşadıkları ülkelerin nüfusu ile bütünleşerek uluslaşma süreci içerisinde yaşadıkları ülkenin toplum yapısı içinde yeni ortaya çıkan ulusal yapının bir parçası olmayı kabul etmişlerdir. Bazıları da bu duruma karşı çıkarak ya ülke değiştirmişler ya da yaşadıkları ülkeleri bölerek kendi ulusal devletlerinin çatısı altında ayrı bir ülke yaratma yoluna gitmişlerdir. Bütün bu gibi gelişmeler beraberinde nüfus hareketlerini de getirince kendiliğinden göç olgusunun gündeme geldiği görülmüştür. Tarihin her döneminde, bu doğrultuda gelişen olaylar çeşitli göç hareketlerine yol açarak bir sonraki dönemin farklı yapılanmalara yönelmesine neden olmuştur. Devletlerarası rekabet savaşlara neden olunca galip gelen devletler haritaları kendilerinin güçleri oranında değiştirmişler ve bu yüzden de yenilen ülke halkı ya da belirli nüfus grupları yer değiştirerek başka coğrafyalara giderek oralarda kendilerine yeni yaşam düzenleri kurmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalmışlardır. Galip gelen devletlerin dini, etnik yapısı ya da ulusal kimliği zamanla öne geçince, diğer kimliğe sahip olan nüfus grupları bir anlamda ötekileşerek yaşadıkları ülkeyi ya terk etmek zorunda kalmışlar ya da baskılara direnirlerse zorla kovulmuşlardır. Avrupa tarihi bu tür olaylara fazlasıyla açık olduğu için bu tür birçok olay uygarlığın beşiği denilen bu küçük kıtada görülebilmiştir. Bu uygarlık beşiği kıtanın son bin yılı hem dinler ve mezhepler hem de etnik topluluklar ile uluslararasındaki savaşlar ile geçtiği için her dönemde kırılmalar ve bunun doğal sonucu olan zorunlu göç olayları görülebilmiştir. Bu gibi zorunlu göçler yüzünden birçok akraba kavim ya da topluluk birbirinden çok uzak ülkelere gitmek ve buralarda yeni yaşam düzenleri kurmak gibi durumlara sürüklenmişlerdir. Devletlerarasındaki güç çekişmesi ve hegemonya kavgası her zaman için istenmeyen göçlerin, nüfus kırılmalarının ve zorunlu yer değiştirmelerin ana nedeni olmuştur.

      Göçlerin izlediği tarihi seyir, önceleri doğal olaylar yüzünden öne çıkan yer değiştirme hareketleri olarak ortaya çıkmış ve daha sonraki aşamalarda da ülke ve yer değiştirmek anlamında her bölgede görülmüştür. İlk uygarlıkların dünyanın doğu bölgesinde oluşması yüzünden, göç dalgaları önceleri doğudan batıya doğru gelişmiş ve bu yüzden Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer alan Kafkasya, Anadolu, Orta Doğu ve Balkanlar gibi bölgeler birer kavimler kapısı olarak tarih içindeki gelişmelerde yerlerini almışlardır. Dünyanın merkezi coğrafyasının kavimler kapısı olarak adlandırılmasının ana nedeni doğudan batıya göçler olmuş ve her dönemde göç eden kavimler bu bölgelerden kapı gibi girip geçerek yeni ülkelerine doğru geçişler yapmışlardır. Avrupa nüfusu daha çok Asya ve Orta Doğu bölgelerinden gelen göçler sonucunda oluşmuş ve bu nüfus Avrupa’da yerleşik devlet düzenleri kurduktan sonra batı Avrupa sahillerinden dünyanın bütün kıtalarına ve adalarına yönelen göç sürecini emperyalizm dalgası ile beraber başlatmışlardır. Bu girişimler beş asır boyunca bütün dünyanın batılı güçler tarafından ele geçirilmesini beraberinde getirince, kıtaların fethini bitiren batının büyük emperyal güçleri yeni aşamada dünyanın merkezi coğrafyasına yönelmişlerdir. Dünya ticaretinin ana yolu olan ipek yolu ilk uygarlığın oluştuğu Çin bölgesinden dünyanın hegemon gücü konumuna gelen batı Avrupa’ya doğru yöneldiği için, batı merkezli emperyal dünya gücü kendisine doğudan gelerek ulaşan bu ipek yolunu denetimi altına almak istemiş ve bu nedenle de, yer kürenin merkezi alanına yönelmiştir. Kuzeyde oluşan büyük güç olarak Rus Çarlığı Doğu Anadolu üzerinden Orta Doğu’ya yönelirken, batının o dönemdeki en büyük gücü olarak Büyük Britanya İmparatorluğu Kıbrıs‘ı işgal ederek Orta Doğu’ya giriyordu. İşte bu yöneliş bir süre sonra hem kuzeydeki hem de merkezdeki iki büyük imparatorluğu yok edecek doğrultuda birinci cihan savaşını gündeme getiriyor ve eski dünya düzeni bu yüzden yıkılıyordu.

      Batı Avrupa merkezli Atlantik güçleri, tarih öncesinden gelen Atlantis kıtasının dünya hegemonyası planlarına uygun olarak bütün dünya kıtalarını denizler ve okyanuslar üzerinden ele geçirdikten sonra, doğuya yönelerek merkezi alana gelmeleri ve merkezin kuzeyi ile ortasında bulunan iki büyük imparatorluğu savaştırıp, yok olmaya noktasına sürüklemeleriyle birlikte bir başka göç dalgası beraberinde gündeme gelmiştir. Fransız Devrimi sonrasında Avrupa ülkelerinde uluslaşma cereyanları hız kazanırken, çok uluslu heterojen bir yapıya sahip olan Rus Çarlığı ile Osmanlı İmparatorluğu çeşitli mikro milliyetçilik cereyanları ile karşı karşıya kalmışlardır. Ruslar alternatif bir halkçılık akımını devlet gücü ile ortaya koyarak mikro-milliyetçiliğin koskoca imparatorluğu bölmesini önlemişler, ne var ki Osmanlı devleti bu mahareti gösteremediği için mikro-milliyetçilik akımlarının Balkanlar üzerinden ülkeyi bölmesini önleyememiştir. Batı Avrupa ülkeleri mikro-milliyetçiliği dışarıdan kışkırttıkça Osmanlı devleti dağılma süreci içerisine girmiş, Rusya’da da benzeri oyunlar oynanmak istenmiş ama Osmanlı ülkesinde olduğu gibi somut sonuçlar ortaya çıkmamıştır. Balkanizasyon süreci Osmanlı devletini iki Balkan savaşına sürüklemiş ve bu büyük merkezi imparatorluk Avrupa kıtasından geri çekilmek zorunda kalmıştır. İşte bu olay bir büyük göç dalgasını da beraberinde getirmiştir. Viyana önlerinden geri çekilen Osmanlılar ana ülkeleri olan Balkan yarımadasını ellerinden kaçırırlarken, İstanbul’a kadar geri çekilmek zorunda kalmışlar ve bu nedenle de bütün Balkan ülkelerinde yaşamakta olan Türk ve Müslüman Osmanlı ahalisi ana ülkeden kaçarak arka ülke olan Anadolu yarımadasına gelmişlerdir. Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Bulgaristan ve Yunanistan Türkleri yeni kurulan küçük Hıristiyan devletlerde yaşamak istemeyerek Osmanlı devletinin ana gücü olan Türk ve Müslümanların çoğunlukta oldukları Anadolu yarımadasına göçermişlerdir. Anadolu’ya yapılan Balkan göçlerinin ana nedeni, Osmanlı devletinin tıpkı Endülüs devleti gibi Avrupa topraklarından geri püskürtülerek çıkarılmasıdır. Bugün Türkiye nüfusunun beşte biri oranında büyük bir nüfus Balkan göçmenlerinin oluşturdukları bir yeni yapılanmadır.

    Batı merkezli yenidünya yapılanmasının sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’dan dışlanırken, bir de kuzey merkezli bir Büyük Rusya oluşturma planı devreye girmiştir. Özellikle Fransız Devrimi sonrasında en güçlü milliyetçilik akımlarının Rusya’da ortaya çıkması ve bunun sonucunda kısa zamanda güçlü ve büyük bir nüfustan oluşan Rus milletinin tarih sahnesine çıkmasıyla beraber olaylar birbirini izlemiş ve bu durumun doğal sonucu olarak da çeşitli göç olayları tarih sahnesinde öne çıkmıştır. Uçsuz bucaksız kara topraklar da gelişmiş tarımın yapılmasıyla Rus nüfus hızla artmış ve Ruslar on sekizinci yüzyıldan sonra kuzeyden güneye doğru inmeğe başlamışlardır. Rusların tıpkı batı Avrupalılar gibi dünya hegemonyasına soyunmasıyla sıcak denizlere ulaşmak jeopolitik hedef olarak ortaya konulmuş ve bu aşamadan sonra kuzeydeki dev güneye inmeğe başlayınca merkezdeki dev ülke olan Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya kalmıştır. On dokuzuncu yüzyılın tam ortalarında gerçekleşen Kırım Savaşı ile beraber bu yarımada Rusların eline geçince, buradan Tatarlar ve Yahudiler güneye doğru göç etmeğe başlamışlardır. Yirmi yıl sonra benzeri bir saldırı savaşına Ruslar Kafkasya’da girişince, bu sefer de Kafkas Türkleri ile Çeçenler ve Çerkezler de gene güneye doğru harekete geçerek merkezi coğrafyanın büyük devleti olan Osmanlı devletine sığınmışlardır. Batı’dan doğuya yönelen Atlantik emperyalizmi merkezi coğrafyaya egemen olma aşamasında Osmanlı Devletini Avrupa’dan çıkarmış ve böylece Balkan göçmenleri Osmanlı devletinin çeşitli bölgelerine gelerek yerleşmişlerdir. Aynı biçimde kuzeydeki büyük güç olan Rusya güneye doğru harekete geçince, önce Kırım ve daha sonra da Kafkasya’ya işgal edince bu iki bölgeden önemli göç hareketleri merkezi coğrafyaya doğru zorunlu olarak başlatılmıştır. Kısa zamanda Osmanlı İmparatorluğunun arka ülkesi olan Anadolu yarımadası ana ülke konumuna gelerek, kuzeyden ve batıdan kovulan çeşitli toplulukların yeni vatanları olarak yerleştikleri ülke olmuştur. Osmanlı imparatorluğu Balkanizasyon ile dağılırken, Avrupa’nın dışında bırakılan bir konumda çeşitli bölgelerden göç eden Osmanlı ahalisinin, Türklerin, Müslümanların ve Yahudilerin geldikleri yeni bir yaşam ülkesi olarak Anadolu’da ciddi bir nüfus artışı meydana gelmiştir.

       Atlantik emperyalizmi İngiliz ve Fransız orduları ile merkezi devlet olan Osmanlı imparatorluğunu yıkarken, Anadolu bir göçmen ülkesi konumuna zorunlu olarak gelmiştir. Rus genişlemesinin sonucunda kuzeyden gelenler ile Osmanlı’ların Avrupa’dan kovulmaları ile batıdan gelenler daha sonraki aşamada Orta Doğu’nun Arap ülkelerinden gelen çeşitli Türk asıllı Müslüman topluluklar ile birleşince, yirminci yüzyılın başlarında Anadolu yarımadasında on iki milyonluk bir nüfus birikimi olmuştur. Birinci Dünya savaşı ve sonrasında kurtuluş savaşı sırasında emperyal devletlere karşı savaşan Anadolu ve Rumeli halkı savaş süreci içerisinde ciddi bir ulusal direniş göstererek uluslaşma süreci içerisine girmiştir.  Savaş sonrasında yeni bir ulus devlet kurulurken, cumhuriyetin vatandaşlarının yarısından fazlası göçmenlerden oluşuyordu. Balkan yarımadasından, Kafkas ülkelerinden, Kırım bölgesinden, Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinden gelen eski Osmanlı ahalisi, göç ettikleri merkezi ülkenin yeni yurttaşları olarak ülkelerinde kurulan genç cumhuriyetin eşit koşullarda vatandaşı konumuna gelmişlerdir. O dönemin koşullarında Avrupa tipi ulus devlet modası geçerli olduğu için ve Avrupa’nın yanı başında bir merkezi imparatorluğun çökertilmesi sonrasında Sovyetler Birliğinin önünü kesecek derecede güçlü bir tampon merkezi bir devletin üniter yapıda kurulması gerektiğinden, Anadolu’nun yeni yurttaşları cumhuriyet rejiminin sahipleri olarak devreye giriyorlar ve bu doğrultuda hareket ederek göç ettikleri ülkenin kalkınması ve yükselmesi için ellerinden gelen mücadeleyi Atatürk’ün öncülüğünde yürütüyorlardı. Atatürk bu yüzden, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katılan ve göçmenlerin de içinde yer aldığı bütün Anadolu halkının her ferdini eşit bir yurttaş olarak görüyor ve anayasal düzen içinde herkesi eşit Türk vatandaşı olarak ilan ediyordu.

       1915 yılında Atlantik emperyalizmi adına Çanakkale önüne gelen İngiliz ve Fransız orduları Birinci Dünya Savaşı sırasında merkezi devlet olan Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ederlerken, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yer alan eski Osmanlı ülkelerini birer birer kendi kontrolleri altına alarak bunları sömürgeleştiriyorlardı. Böylece merkezi gücü tasfiye ederken, bu devletin çekildiği ülkelerin Türk ve Müslüman halklarının Osmanlıların merkezi ülkesi olan Anadolu yarımadasına yönelmelerine ve buralara göç etmelerine neden oluyorlardı. İngilizler ile Fransızlar eski Osmanlı hinterlandını cetvel ile bölerek yeni Orta Doğu haritasını çiziyorlar ve böylece, kendi kurdukları manda ve dominyon yönetimleri ile eski Osmanlı bölgelerini önce sömürge daha sonra da bağlı devletler konumuna getiriyorlardı. Merkezi imparatorluğun tasfiyesi Anadolu’ya göçleri artırırken, merkezi imparatorluk ortadan kalkıyordu ama bunun yerine gene merkezi konumda orta boy bir ulus devlet Sovyetler Birliğine tampon olabilecek güçte ve boyda kuruluyordu. O dönemin Atlantik güçlerinin merkezi alanı kontrol etmek için yapabildikleri böylesine bir yapılanmayı kurmaktı. Daha ötesine giderek Anadolu’yu bütünüyle ele geçirmeğe cesaret edemediler çünkü o dönemin koşullarında var olan Sovyetler Birliği soğuk savaşın karşı gücü olarak her an için Anadolu’ya girebilirdi. Kurtuluş savaşını kazanmış bir Türk devleti büyük savaş birikimine sahip olan ordusu ile beraber, Sovyetler Birliğine karşı tampon görevini yerine getirebilir ve bu büyük jeopolitik gücün sıcak denizlere inmesini önleyebilirdi. Nitekim, soğuk savaş döneminde olaylar bu doğrultuda gelişmiş, Arnavutluk ile Yugoslavya Varşova paktından çıkartılmış, Vietnam’da savaş çıkartılarak Sovyet gücünün sıcak denizlere inmesi önlenerek, kenar kuşak kuşatmasıyla bu büyük gücün zaman içerisinde kuzeye hapsedilerek çökertilmesi sağlanmıştır. Kırım, Kafkas ve Balkan göçmenleri daha çok Rusya ‘nın baskılarıyla göç etmek zorunda kaldıkları için Türkiye’de anti-sovyetizmin gelişmesine katkıda bulunarak, soğuk savaş döneminde Türkiye’nin batılı emperyalistlerin istediği gibi Rusya ve komünizm karşıtı bir çizgide olması sağlanmıştır.

      Soğuk savaşın batı baskılarıyla sona erdirilmesi ve Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi üzerine küresel emperyalizm aşamasına gelinmiş ve bu noktadan sonra Atlantik güçleri merkezi imparatorluk olan Osmanlı devletinin yerine kurulmuş olan merkezi üniter devlet olarak Türkiye’yi hedef olarak seçmişler ve bu ülkenin dışa bağımlı işbirlikçi siyasal kadrolar aracılığı içeriden ele geçirilmesini sağlamışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD ve bu büyük gücün desteği ile kurulmuş olan İsrail devleti beraberce her zaman Türkiye’ye içeriden müdahale etmişler ve bu ülkeyi Türklerin yönetmesine kesinlikle izin vermeyerek, Atatürk’ün bağımsız cumhuriyetini yarı bağımlı sömürge konumuna getirmişlerdir. Osmanlı sonrası bölgeye gelen Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa ikinci dünya savaşı sonrasında yerlerini Amerika ve İsrail ikilisine bırakınca,bu emperyal ikili Kürt sorununu kaşıyarak bölge ülkelerinin parçalanmalarına giden yolu açmışlar ve bu sorun ile Türk devletinin ortadan kalkmasına yol açacak bir siyasal süreci zorla gündeme getirmişlerdir., Güneydoğu halkını kasıtlı olarak bir etnik kimlik ile tanımlayan Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i böylece, ulusal kurtuluş savaşı ile Türkiye’de tarih sahnesine çıkmış olan Türk ulusunu tasfiye sürecini başlatmışlardır.Kürt kartı ile Türk kimliğini aşağıya indirirlerken, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler, Yahudiler,Ermeniler,Rumlar ve diğer Levanten gruplar da kasıtlı olarak alt kimlikleriyle öne çıkarak Türk kimliğine zarar vermişler ve böylece Türkiye’de yaşayan göçmen toplulukların eskisi gibi alt kimliklerine dönüşünü sağlayacak bir geri gidişi gündeme getirmişlerdir. Hıristiyanlar yeni bir Bizans arayışına girerlerken, Yahudiler de Büyük İsrail arayışı içerisinde hem Kürt kimliğini kışkırtmayı hem de bu alt kimlikçiliği insan hakları adına öne çıkartmaktadırlar. Böylece; Türk ulusal kimliğini parçalamak için Avrupa Birliği üzerinden göçmen kesimlerin önceki kimliklerine geri dönüşlerini sağlayacak bir kaotik ortamı ileri demokrasi görünümü ile yaratmanın çabası içindedirler. Bir anlamda ikinci bir Yugoslavya olayını Türkiye’de sahneleyebilmenin yollarını aranmaktadır. Yugoslavya’nın dağılışı nasıl bir yeni göçmen dalgası yarattı ise aynı şekilde Türkiye’nin dağılmasıyla beraber Anadolu yarımadası üzerinde yeni bir göç dalgası ortamının hazırlanmak istendiği görülmüştür. Böylece; Osmanlı İmparatorluğu dağılırken ortaya çıkan merkezi bölgeye göç olgusunun, merkezi ülkenin tasfiyesi ile geri çevrilmek istendiği gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Ayrıca Türkiye’nin topraklarının büyük kısımlarını satın alarak, yer altı zenginliklerine ve madenlere el koyarak bu ülkeye yerleşmeğe başlamışlardır.

      Küreselleşme döneminin son yıllarında, Balkan, Kafkas ve Kırım ve Rusya göçmenlerinin geldikleri yerlere geri dönmeleri gibi bir sürecin, Anadolu üzerinde tam egemenlik kurmak isteyen Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır. Bu plana göre, Boşnaklar Bosna’ya, Arnavutlar Arnavutluğa, Tatarlar Kırım’a, Çeçenler Çeçenistan’a, Çerkezler Kafkasya’ya, Gürcüler Gürcistan’a, Araplar Arap ülkelerine, ve Sabataylar Makedonya’ya geri döneceklerdir. Böylece Anadolu nüfusunun yarısından fazlası tersine göç ederek geldikleri yerlere geri dönecekleri için Türkiye boşalacaktır. Boşalan Türkiye’ye de Amerikalılar, İngilizler ve Yahudiler gelerek yerleşecekler ve dünyayı artık merkezden yönetme şansını elde edeceklerdir. Tıpkı İngilizlerin ve Fransızların merkezi coğrafya hegemonyası doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğunu yıktıkları gibi, Amerikalılar ve İsrailliler de Türkiye Cumhuriyetini yıkarak merkezi coğrafyaya tam olarak egemen olabileceklerdir. Bir anlamda İngilizlerin başlattığı merkezi ele geçirme sürecini ABD İsrail ile birlikte tamamlayarak, dünyanın jeopolitik merkezinin batı hegemonyasına geçişini tamamlayacaklardır. Bu nedenle, Türkiye’nin boşaltılması ve emperyalistlere karşı Anadolu’da ulusal direnişi yürüten Kırım; Balkan ve Kafkas göçmenlerinin ülkeden dışlanmalarıyla Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakı bir diğer adı ile siyono-emperyalizm artık dünyayı merkezden yönetme şansını elde edebilecektir. Onların bu amaçları uğruna Türkiye nüfusunun yarısına yakınını oluşturan göçmen topluluklarının tersine bir göçe yönlendirildikleri anlaşılmaktadır. Tersine göç ile Türkiye’ye Osmanlı sonrası gelen göçmen kitleler geldikleri ülkelere geri dönmeğe ikna edebilirse ve onlara bu konuda yardım yapılabilirse o zaman Atlantikçi Siyonistler ya da Siyonist Atlantikçiler muratlarına ermiş olacaklardır. Osmanlı sonrasında geri çekilen ülkelerden gelen göçmenleri toparlayarak bir ulusal kurtuluş savaşı zaferi ile ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkılışı böylece, göçmenlerin tersine göçe yönlendirilmeleriyle sağlanacaktır. Dünyanın merkezinde göçler yolu ile ortaya çıkarılmış bir üniter devletin dağıtılması böylece tersine göç süreci ile başarılmış olacaktır.

       İstanbul’u dünya ticaret merkezi yaparak, İzmir’e NATO merkezini taşıyarak, Ankara bölgesini dünyanın ana kalesi olarak devreye sokarak bir dünya imparatorluğunu küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda kurmak isteyenler,ulusal kurtuluş savaşının bir kazanımı olarak ilan edilmiş olan Türk devletini kurtarmak için kurtuluş savaşında ikinci ülkeleri için cansiperane savaşan göçmen Türk vatandaşlarını eski ülkelerine yönelterek,Türk devletinin toplumsal tabanı olan Türk ulusunu parçalayarak yok etmek istemektedirler. Anayasadan Türk kimliğinin kaldırılmak istenmesinin sebebi bu emperyal planının önünün açılmak istenmesidir. Bir Türkiye Cumhuriyeti başbakanının ortaya çıkarak kendisini Türk olarak değil ama Türkiyeli olarak ilan etmesi de bu planın bir parçası olarak görünmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde Türk devleti ile beraber Türk milleti de ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu yapının kurulmasında birinci derecede etkili olan göçmen vatandaşlar ise geldikleri ülkelere geri gönderilerek merkez ülke boşaltılmak istenmektedir. Tatarlar ile Kırım, Çerkezler ile Kafkasya, Balkan göçmenleri ile Doğu Avrupa, Rusya’ya,Çin’e ve Avrupa Birliği’ne karşı kontrol edilmek istenmekte ve merkezde siyono-atlantik bir hegemonya düzeni oluşturulmak için çalışılmaktadır.Balkan göçmenleri ile Tatar ve Çerkez Derneklerinin ve yayın organlarının geri dönüş doğrultusunda çeşitli kampanyalara kalkışmalarının arkasında emperyalizmin Türkiye’yi dağıtma operasyonunun bir parçası olan tersine göç senaryosunun etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda önemli görevler yerine getiren göçmen kitlelerinin geldikleri yerlere geri gönderilmeleriyle, Türk devletinin gücünün azaltılacağı ve tasfiyesinin daha kolay olacağı ve direnen kitlelerinin bu yoldan azaltılacağının hesaplarının yapıldığı anlaşılmaktadır. Türklük ortadan kaldırılınca herkes alt kimliğine dönerek geldiği ülkeye yönelerek tersine göç planının uygulanmasında kendiliğinden rol alacaktır. Bu plana göre, Türk kimliği ile beraber Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu da tarihteki yerine alarak ortadan kalkacaktır.

       Daha önceki bir makalemizde öne sürdüğümüz bir bilimsel teze göre, atmosferin ısınmasıyla kutup buzlarının erimesi gündeme gelmekte, eriyen buzullar nedeniyle okyanuslardaki sıcak su akımları gelecekte kesilecek ve bu yüzden Kuzey Amerika ve Avrupa kıtası buzul çağına geri döneceği için batılılar kendilerine yeni yurt aramaktadırlar. Bu doğrultuda Türkiye ve İran topraklarını merkezi bölge oldukları için batılıların yeni yurtları olarak seçtikleri ama buralara gelebilmeleri için de, İran ve Türkiye’nin boşaltılması gerektiğini belirli çevreler tartışmaktadırlar. Türkiye ve İran’ın boşaltılmasında birinci seçenek olarak Türkiye ve İran’ın birbirleriyle savaştırılması düşünülmektedir. Bu amaçla on senedir iki ülke birbirine karşı kışkırtılmakta ama sonuç alınamamaktadır. Bu doğrultuda ikinci plan olarak şimdi tersine göçün devreye sokulmağa çalışıldığı ortaya çıkmıştır. Özellikle göçmen dernekleri ve kuruluşları bu doğrultuda dışarıdan desteklenmekte ve batılı ülkelerin maddi destekleri ile geri dönüş senaryoları alt kimliklerin kışkırtılmasıyla beraber devreye sokulmağa çalışılmaktadır. Batı emperyalizmi merkezi coğrafyaya tam olarak egemen olmak ve böylece doğulu büyük güçlerin merkezi ele geçirmesini önlemek istemektedir. Savaş senaryolarının sökmediği bir aşamada tersine göç senaryolarının devreye sokulma istenmesi çok düşündürücüdür. Okyanus ötesinden dünyayı yönetemeyenler merkezden yönetime soyundukları bu aşamada, merkezi devlet olan Türkiye’yi İran ile beraber tasfiye ederek merkeze yerleşmek için yoğun çaba sarf etmektedirler. Savaş çıkartamayanların tersine göçü zorlamaları hegemonya planlarını açıkça ortaya koymaktadır. Artık her şey gizlenemeyecek derecede açığa çıktığı için, geleceği her yönü ile açıkça konuşmakta ve tartışmakta dünya barışı açısından büyük yararlar vardır.

      Bu aşamadan sonra Türk milleti bir karar verecektir. Eğer hala Türk milleti varsa, Türkiye’nin ulusal toplumunu parçalayarak dağıtacak bu tersine göç senaryosuna karşı, toplumun bütün kesimlerinin ve Türk ulusunun her ferdinin bir araya gelerek bu oyunlara karşı çıkması, gerekirse yeni bir Ulusal Kuruluş mücadelesine kalkışılması gerekecektir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarını Türk ulusunun elinden alacak ve merkezi coğrafyayı emperyalistlere teslim edecek her girişime karşı Türk ulusu, Misakı Milli sınırları içerisinde  tam bir birlik sağlayarak sağlam durmalı ve bütün emperyal oyunları bozabilmelidir. Göçmenler artık yüz yılı aşkın bir süredir bu ülkenin insanları ve Türk ulusunun kopmaz birer parçasıdırlar ve onları geldikleri ülkelere geri göndererek hiçbir güç bu ülkeden koparamaz. Bu gerçeği bütün emperyalistlerin bilmesinde yarar vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar