Cüneyt Şaşmaz

Cüneyt Şaşmaz

Hem Kur'an Hem Nutuk?!

Kanun No: 431
Madde 1- Halifenin görevine son verilmiştir.
Halifelik, Hükümet ve Cumhuriyetin anlam ve kavramı içinde esasen mevcut olduğundan, "Hilafet Makamı" kaldırılmıştır.
...
Görüldüğü üzere bir kısım "Siyasal İslamcı" çevrenin iddiasının aksine, Atatürk "İslamiyet"i değil "Halifelik Makamı"nı kaldırmıştır.
Cumhuriyet 29 Ekim 1923'de ilan edilirken, "Halifelik" 3 Mart 1924'de kaldırılmıştır.
Bu bakımdan ortada anlaşılmayacak bir durum olduğunu zannetmiyorum.
Hal böyleyken...
Bugün, milli bir politika yerine Batı’nın istekleri yerine getiriliyor.
Bu durum, Mustafa Kemal Paşa'da farklıdır.
Gazi, Batı ile savaşmıştır; Batıcı değildir.
Marksizm ile Atatürkçülük birbirine zıttır fakat Paşa, Marksizme karşı değildir.
O zamanlar Bolşevizm vardı ve itibar görüyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulan ilk iki parti de komünisttir; Türkiye Komünist Fırkası ve Halk İştirak Fırkası.
Bunlardan bir tanesinin üyesi de Mustafa Kemal’dir.
Komünist düşünce için Tevfik Rüştü Bey’i Rusya’ya gönderiyor.
Yani Mustafa Kemal Paşa solcudur.
Bunda şaşılacak bir durum yok.
Falih Rıfkı Atay, 21 Mart 1931’de Cumhuriyet gazetesinde bu durumu yazıyor; "Cumhuriyet Halk Fırkası sol bir devrim fırkasıdır. Solun unsurlarını sol dışında bırakarak kendini taşlaşmak tehlikesine atamaz" diyor.
Bütün bunlar Atatürk’ün tam bir solcu olduğunu ortaya çıkarıyor.
Mustafa Kemal Paşa bir Fransız devrimcisidir.
Sovyet devrimcisi değildir.
Demokrasiyi gerçekleştirmek istiyordu.
...
Fransız devrimi olduğu zaman dünyada emperyalizm diye bir şey yoktu.
Fakat Kemalizm hareketi başladığında dünyada emperyalizm vardı.
Emperyalizme karşı savaş verdiğin zaman doğal olarak ulusal bir boyuta geliyorsun.
Ancak buradaki mücadele daha çok kendini korumak içindi.
Bunun için de Gazi, kuzey cenahı Ruslara veriyor, sırtını İran’a dayıyor.
Sadabad Paktı’nı kuruyor; içinde Irak, İran, Afganistan var.
Bir de kuzey meselesini Balkan Paktı ile çözmeye çalışıyor.
Yani, Osmanlı’ya bağlı kavimlerle yeniden bir birlik oluşturuyor.
Suriyeliler gelip "Bizi kurtarın" diyor ancak Gazi, "Bizim gücümüz sadece kendimize yeter. Siz kendinizi koruyunuz. Sonra federasyon veya konfederasyon düşünebiliriz" diyor.
Osmanlı'nın birleştiricilik vizyonu din birliğine dayanıyordu.
Gazi’nin İslamiyet’e karşı bir tavrı yoktur.
Suriye için "Bizim istediğimiz tam bağımsız bir Müslüman Suriye Cumhuriyeti'dir" diyor.
Ancak kendisi laiktir.
Çünkü Fransızlar o tarihlerde Lübnan’ı yarı Hıristiyan hale getirmişlerdi.
Suriye için de böyle bir çaba vardı.
İran, Irak için de aynı durum geçerliydi.
Bir konfederasyon ortaya çıkacak, lakin İslamiyet üzerine oturan laik bir devlet anlayışı olacaktı.
Başındaki güç ise Türkiye!
Mustafa Kemal Paşa, başından beri kurtuluşu Doğu'da aradı.
Batı'yı hiç düşünmedi.
...
Mustafa Kemal'in laiklik hareketinde İslamiyet'e direkt olarak bir taarruz yoktur, olamaz da.
Laiklik Türkiye’nin anayasasına 1937’de girmiştir.
Bu tarihe kadar parti tüzüğünde tutuluyordu.
Gazi’nin ölümünden bir sene önce anayasaya konuldu.
Ve bunu da İsmet Paşa takımı ayarlamıştır.
İsmet İnönü'nün uyguladığı program daha sonra Atatürkçülük olarak görülmeye başlanır.
Atatürkçülükle yakından uzaktan alakası yoktur.
İsmet Paşa’nın yanlış tatbikleri, Türkiye’de yanlış bir Atatürkçülüğün oluşmasına sebep oldu.
Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıklarını, söylediklerini üç cilde sığdırmışlar.
Gerisini dikkate almamışlar.
Gazi’nin Kütahya’da yaptığı konuşma 70 sayfadan fazla; ancak "Söylev ve Demeçler"de bu 6 sayfada veriliyor.
Orada dine, İslamiyet’e dair bütün düşünceleri ortaya çıkıyor.
Yayımlanmayan metinlerdeki bilgiler çok önemli!
Özellikle İslami kesim için çok önemli.
Gazi Müslümanları çok ezdi, astı-kesti deniliyor.
...
1950’lerde Türkiye’de yeni yeni demokrasi havası esmeye başlamıştı.
Bu tarihlerde radyolarda, "Mevlid okutulsun mu okutulmasın mı?" diye tartışılıyordu.
Laik geçinen kişiler, "hayır, bunlar Kemalizme aykırı" diyorlardı.
Fransa laik olmasına rağmen o tarihlerde bütün Fransız radyolarında pazar günleri önce Katolik ayini, arkasından Protestan ayini, son olarak da Yahudi ayini veriliyordu.
Bizde hala bu yanlışlara düşülüyor.
Mustafa Kemal 'irtica' lafını Şeyh Said’den sonra söylemeye başlıyor.
İngilizler kışkırtıyor, Şeyh Said ve yandaşları da "Şeriat isteriz" diye bağırıyor.
Emperyalizm ile şeriatın iç içe geçtiğini gören ve saldırıya dönüştüren bu durum karşısında Gazi mücadele etmek için irtica kelimesini kullanıyor.
Türkiye'de irtica kavramı çok daha geniş bir alana yayılarak kullanılıyor.
Dindar insanlar da aynı daire içinde ele alınıp dışlanıyor.
Gazi’de böyle bir şey yok.
İstiklal Mahkemesi isyan olursa görev alır.
İsyan yoksa böyle bir şey düşünülemez.
Bütün bunlar İnönü'den sonra ortaya çıkan olaylar.
Sadece bunlar değil.
Bir noktaya dikkat çekeceğim ama üzerinde durmayacağım; Gazi sağken masonluk yasaktı ama İnönü zamanında serbesttir.
İnanç bakımından düşünceleriniz farklı olabilir, kendi seçiminizi kendiniz yapma, kendi inancınıza göre hareket etme hakkı sizindir.
Mustafa Kemal Paşa’nın başından beri savunduğu prensip budur.
Bugün, ezan sussun diyenler var.
Kaynak olarak da Atatürk’ü gösteriyorlar.
Böyle bir şey olabilir mi?!
...
İster inan ister inanma bu bir inançtır, bin yıllık kültürdür ve saygı duymak zorunluluğu vardır.
Kemalizm, Gazi'nin kendi yaptıklarıdır.
Bir doktrin olarak uygulanacak, istenilecek bir şey değildir.
Ben, Atatürkçülüğü kabul etmiyorum.
Bu, İnönü Atatürkçülüğüdür.
Ben, Mustafa Kemal Paşa demek istiyorum.
Bir iç çekişme malzemesi yapılamaz.
Herkes istediği gibi Atatürk'ü kullanamaz.
Gazi'nin demokrasiye inancı sonsuzdur.
Birileri onun şemsiyesi altında başkalarını ezemez, incitemez.
1960 ve 1980 darbeleri, bir Atatürkçülük istismarıdır.
Mustafa Kemal Paşa bunu bin defa söylüyor.
"Ordu siyasete karışmasın", diyor.
Gazi’yi iktidardan düşürmek için iki defa teşebbüs oluyor.
Gazi onlara diyor ki, "ya askerliği ya da siyaseti tercih edin".
Demokrasilerde böyle bir şey olmaz.
Atatürk bir insandı, mitoloji ya da tabu değildi.
...
Ben, hep Gazi’nin insani yönlerini anlatıyorum.
Latife Hanım’dan ayrıldığı zaman İsmet Paşa’ya bir mektup yazıyor ve diyor ki; "Onu Ankara’ya gönderiyorum, sanırım sizden ve Fevzi Paşa’dan aracı olmanızı isteyecek. Fakat ben kesin kararlıyım. Ben ona ve ailesine karşı her zaman saygılıyım."
Ama öteki tarafta onu hep birtakım kadınlarla dans ederken gösteriyorlar.
Şevket Süreyya Aydemir, "Tek Adam" isimli kitabında "Kahraman putlaştırıldığı zaman ölür" derken, Behçet Kemal Çağlar Atatürk için mevlid yazıyor, Kemalettin Kamu ise şiirinde Çankaya’yı Kâbe’den üstün görüyor.
Bizim geleneğimizde şairler yağcıdır.
Bunlar da öyle abartmışlar, palavra yapmışlar.
Bu hala böyle devam ediyor.
Atatürk’ü hataları, yanlışlıklarıyla da kabul edeceksin.
...
Atatürk konusu gündeme geldiğinde tartışılan konulardan biri de, 1580 Sayılı Koruma Kanunu oluyor.
Misal, Toktamış Ateş, "Bana bıraksalar hemen kaldırırım" diyor.
Demokraside böyle bir şey olmaz.
Mustafa Kemal’i kanunla korumaya gerek yok.
Bırakın insanlar konuşsun, yazsın, çizsin.
Herkes sevmek zorunda değil.
Her şey açılmalı.
Kurallarla, yasaklarla bunlar olmaz.
Atatürkçü geçinenler, solcular, sağcılar, liberaller bir araya gelip yanlışlarını düzeltmeli.
Herkes kendisine göre yorumlayınca bir istismar ortaya çıkıyor.
Belgeler, arşivler sonuna kadar açılsın, kim nedir, ne değildir bilinsin.
Bütün bilgilerin olumlu olması da gerekmiyor.
...
Gazi ne dinsiz ne de "İslam" karşıtı!
Bilakis "İrtica"ya atıf yaparak, hem İslam’a hem de Türkiye’ye düşmanlık yapan ve de tamamıyla dışarıdan yönlendirilen bir güruha, din adamı ve cemaate dikkat çekmek istiyor.
Aynen geçmişte TSK’nın "irtica" başlığı altında yaptığı açıklamalarda olduğu gibi!
Yeri gelmişken, AKP’nin tutunmaya çalıştığı son dal olan "İslamiyet ve Laiklik" gerilimine dair birkaç not daha...
Fransa'da bir bez parçası etrafında yaşanan rejim bunalımı bağlamında bir soru:
İslamiyet’in laikliğe ihtiyacı var mı?!
Bence 'Yok!'
Neden mi?!
Anlatayım:
Çünkü; "İslamiyet, Allah ile kul arasında aracı kabul etmeyen tek ve en son din!"
Modern zamanların dili ile ifade etmek gerekirse, 'birey'i öne çıkaran, kişiyi kendinden başkasına mesul kılmayan, zorlama olmayan bir din!
Ama uygulamadaki İslamiyet'in ise "gerçek İslam"la alakası yok!
Bunun sebebi de, dinimize Yahudi ve Hristiyan kültürü başta olmak üzere, diğer inanç sistemlerinden ithal edilen bazı eklemelerdir!
Kutsal dinimiz İslamiyet’te "ruhban sınıfı" olmadığı gibi, insanların birbirleri adına ellerinde "Günah Defteri" ile dolaşması da mümkün değil!
İslam inancında, 'Hayır' da 'Şer' de Allah'tan gelir!
En büyük şaşırtan Allah olduğu gibi, en büyük bağışlayıcı da O’dur!
Tüm bunlar olurken de 'birey' ve 'Allah' başbaşadır!
Hiçbir kurum ya da kişi, Allah adına konuşma ya da cezalandırma gücüne sahip değildir!
Ki...
Sadece Fransa’da değil, Fransa’dan laiklik kavramını ithal eden Türkiye gibi Müslüman ülkelerde de sık sık laiklikle ilgili gerginlikler yaşanır.
"Türkiye'deki laiklikle ilgili mevcut ezberi bozmak" adına yazıyorum.
Batı’da, yani "Yahudi-Hıristiyan kültürü"nün hakim olduğu coğrafyada, bir tek laiklik tanımı yoktur!
Almanlar, Hz İsa’nın Alman olduğunu iddia ederler.
Onun için de tarihte kendilerinin yaptıkları gibi Türkler’in de aynı şeyi yapmasını istemektedirler?!
Nitekim...
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında bu formül de denenmiş ve Hz. Muhammed’in Türk olduğu iddia edilmiştir!
Sonra da Peygamberimizin tüm insanlığa, tüm kainata gönderildiği gerçeği göz önünde tutularak, bu düşünceden vazgeçilmiştir!
Fransa ise Türkiye’deki gibi laikliğin bekçisidir!
Dolayısıyla 'Devlet laisizmi'nin her ne pahasına olursa olsun, korunmasından yanadır.
İngiltere, bu iki görüşe de karşıdır!
Türkiye'nin önderliğinde, 'Hilafet'in geri getirilmesine sıcak bakmaktadır!
ABD ise Türkiye’de artık devletin değil, liberalleşmiş bir Anayasa’nın en üst değer olarak tanınmasını istemektedir.
Bunun için de Anayasa’nın sınırlarını çizdiği 'İnsan Hakları' çerçevesinde, Fransızlar’ınkinden daha özgür ve özerk bir 'din ve vicdan özgürlüğü'nü yerleştirmek istemektedir.
Görüldüğü gibi, Yahudi ve Hristiyan kültürünün hakim olduğu devletler arasında da laiklik konusunda ortak bir uygulama yok!
Hele Türkiye gibi vatandaşlarının yüzde 99’unun 'İslam' olduğu bir ülkede, Fransa’daki gibi bir laiklik anlayışı ile toplumsal huzuru yakalamak mümkün değil!
Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken devletin birçok organı dışarıdan, Almanya, İsviçre, Fransa, İtalya’dan ithal edilmiştir.
Bu nakiller yapılırken "Doku uyuşması var mı, yok mu?"ya, o günün şartları içinde bakılamamıştır!
Ama aradan geçen onca süre içinde, Fransız tipi laiklik ile Türk halkı arasındaki doku uyuşmazlığı ayyuka çıkmıştır!
Türkiye’de de toplumsal barışın yeniden yakalanabilmesi için 'konsensus'a ihtiyaç var!
Bunun için de,
"Fikri hür..
Vicdanı hür..
Teşebbüsü hür Türkiye hayali gerçekleşmeli!
Gerçekleşmeli ki, büyük devletler ligindeki yerimizi alabilelim!
Aksi halde, çalışmayan bir organın yarattığı toplumdaki suni gerginliği yaşamaya devam edeceğiz!"
Bugün 1923’lerde olmadığı kadar 'beyaz yakalı'mız var!
Bunların hazırlayacağı çalışmalarla, Türk devletinin içine Fransa'dan zerk edilen laiklik anlayışından kurtulabiliriz!
Ki..
Laik olması gereken de kişi değil, devletin kendisidir!
Demem o ki:
Yüzde 2’lik bir mürteci kesim için Fransız tarzı laiklikle, mütedeyyin insanları rahatsız etmenin bana göre bir manası yok!
Türkiye'deki laiklikle ilgili kavram kargaşasından kurtulmanın yolu, bence Fransız tarzı "Jakoben laiklik" anlayışını tedavülden kaldırmaktan, ABD (Osmanlı) tarzı laikliğe adım atmaktan geçiyor!
Laikliğin Anayasaya girişinin 86'ncı yılında AKP’nin "laiklik" konusunda bilinen "jakoben" tutumunu tartışmaya açmayacağım.
Ya da, laikliği "din ve vicdan özgürlüğü" şeklinde yorumlayarak BOP, BİP, BEP kapsamında; "İslam’ın tüm dinamiklerinden ve bağımsızlık ruhunu destekleyen argümanlarından arındırılmış bir din haline getirilmesi" demek olan "Ilımlı İslam Projesi"ne yol açma çabalarından da bahsetmeyeceğim.
Dikkatinizi çekmek istediğim daha hayati bir konu var.
Geçmişte Türkiye; Uğur MUMCU, Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, Ahmet Taner KIŞLALI gibi isimlerin uğradığı suikastlarla "laik bir kışkırtmaya" uğradı.
Kitleler bu vesileyle meydanlara itilerek sanki bu suikastları "Müslümanlar" işlemiş gibi "Kahrolsun şeriat!", "Türkiye laiktir, laik kalacak!" sloganları eşliğinde yürümeye zorlandı.
Bu suikastların; zaten zor bir coğrafyada bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elini zayıflatmak ve "Üniter Devlet" yapısını tahrip etmeye yönelik provokasyonlar olduğunu düşünmedik.
Aydınlar ve Medya da bu provokasyona geldi, oynanan oyunun katma değeri arttırıldı.
Meydanlarda yürüyen kitleler duygularıyla "bir cinayeti lanetlediklerini" zannederlerken "eylemleriyle" aslında suikastçıların amacına hizmet ettiklerini fark edemediler.
Daha doğrusu fark etmelerini önlemek için her şey yapıldı.
Kimse de çıkıp "oyun"un amacını apaçık ortaya koymadı ya da koyamadı.
Suikastları sanki "içimizden" birileri planlamış gibi "sloganlarımızı" ve "oklarımızı" birbirimize çevirmek daha hoşumuza gitti.
Yapmak istedikleri dün olduğu gibi bugün de; Türk/Kürt, Alevi/Sünni, Laik-Antilaik ayrışımlar, fay hatları yaratarak Türkiye’nin birliğini parçalamak, bu vesileyle gerekçeler üreterek Türk Devleti’ne müdahale etmek, onun üniter varlığına zarar vererek yeni bir devlet inşa etmek; Atatürk’ten, Türk’ten, Müslüman’dan ve laiklikten arındırılmış bir devlet!
O nedenle herkesin "ağzından çıkanı kulağının duyması" gerekiyor!
Bu sözüm, Türkiye için "mayınlı bir arazi" haline dönüştürülmüş olan "laiklik" konusunda fikir beyan etme arzusunu duyanlar ve devletin bu konudaki mesajlarını "üretenler" için de aynen geçerli.
İslam’ı savunma adı altında iktidarı ve şahsi ikbalimizi, "laiklik"e karşı çıkarak temin etme gibi basit ve hatta iğrenç atraksiyonlarla, hem İslam’a hem "laiklik"e darbe vurmuş oluruz!
Bu noktadan "laiklik" kavramına bir yaklaşım sergileyelim, hem bu konudaki asıl "tehlikeye" ve hem de "çözüme" işaret edelim.
Sözün özü:
Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran asıl dominant güç "Müslüman Türklerdir!"
Atatürk ve onun silah arkadaşları, hepsi birer Müslüman’dı.
O insanların hiç birisi kendi "kabilesine" bakmadan ve "etnik tahayyüller" beslemeden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni "Türk Milleti" üzerine inşa ettiler.
Kendilerinin "Türk" olarak nitelenmesinden gocunmadılar!
Çünkü "Türk Milleti" diye nitelendirdiğimiz millet öyle sıradan bir millet olmadığı gibi henüz bilinen tarih sürecinde onu aşmayı başarabilmiş başka bir "millet" de yok!
Malazgirt Savaşı’nın tarihi hepimizin bildiği gibi 1071’dir.
O gün bu gün bu millet "İslam" için tarih sahnesinde.
"Devlet" ve "Medeniyet" geçmişi ve bu konuda halen sürdürdüğü ufkuyla ayakta!
Şimdi, eğer bu ülkede "akıl" kaldıysa, eğer bu ülkede "jeopolitik tasarımcılar", "sosyal planlamacılar" ya da "meşhur" tabirle "toplum mühendisleri" varsa, yapılması gereken ilk iş etnik, dini, laik, bölücü tuzakları ortadan kaldırmak olmalıdır.
"laikliğin" Müslüman bir toplumun önüne "tuzak" olarak konulmasına asla izin verilmemelidir!
"Laiklik"; "devlet" ile "Müslümanlar" arasında bir "GÜVEN BUNALIMI" olmaktan çıkarılmalıdır.
"Din"in devlete karşı; "devlet"in de dine karşı konuşlandırılması çabalarına fırsat tanınmamalıdır!
Ya da bir başka ifadeyle "laikliği", "devletin temeli ve esası Müslümanları" devletten uzaklaştırmanın bir aparatı haline getirmek isteyenlerin tuzağına düşülmemelidir!
Yani?!
Türk Milleti’ni Laiklik mi, İslam mı; Atatürk mü, Hz. Muhammed (sav) mi; hem Nutuk, hem Kur’an-ı Kerim mi gibi paradoksal, samimiyetsiz, mantıksız ve anlamsız tercihlerle karşı karşıya bırakacak ve bu manaları çağrıştıracak açıklamalardan titizlikle kaçınılmalıdır.
Burada "HEM KUR’AN HEM NUTUK!" derken, biri beşeri, biri ilahi olan iki farklı kaynağı elbette birbiriyle kıyaslayamayız!
Kur’an-ı Kerim bir ALLAH KELAMI olarak elbet en yüce makamdadır.
Ne var ki, beşeri sahada da NUTUK bizlerin asli yol haritalarından biri olmuştur, olacaktır.
Asıl tehlike, ikisinin de farklı anlam ve boyutlarda baş tacımız, yol göstericimiz olmasının önüne geçilmek istenmesidir!
Bunları birbirine tezatmış gibi gösteren, ikisini bir araya getirmemek için debelenen kör anlayışın tuzağına düşmeyeceğiz!
Düşenleri de bu çarpıklıktan kurtaracağız!
"Hz MUHAMMED (sav) mi, ATATÜRK mü" sorusunun çarpıklığını ve yaratmaya çalıştığı tuzağı aydınlatacağız, bu kara deliğe düşmeyeceğiz!
Birisi "dini, ilahi"; diğeri ise "siyasi" önderimizdir!
Bu önemli ve birbiriyle asla çelişmeyen gerçeği, zihinlere yan yana nakşedeceğiz!
Biz, bin yıldan fazla bir süredir Müslümanız ama laiklik bizim için daha 86 yıllık bir konudur.
Ve geçtiğimiz bin yılda "devletimizle" "İslam" arasında bir çatışma yaşanmamıştır.
Zaten "İslam"da bir "ruhban" sınıfı da olmadığı için "din adamları" ve "devlet" çatışması yaşanması da mümkün değildir!
Olmamıştır.
Geçmişte "ulema" dediğimiz sınıf da zaten "padişahların", yani "devletin" yanından ayrılmamıştır.
Bir diğer çok önemli konu kafalarımızda oluşturulan sözgelimi İran, Afganistan ve Suudi Arabistan tipi "şeriat" tehlikesi ve korkusudur!
Bu manada bir "şeriat" tehlikesi Türkiye’de hiçbir zaman olmamıştır ve olması söz konusu bile değildir.
Çünkü, birincisi Türkiye’de İran gibi bir "molla" sınıfı yoktur.
İkincisi tarihçi Halil İnalcık’ın da ifade ettiği gibi "Türk İslamiyet’inin Arap İslamiyet’inden farkı, tasavvufu, dini hayatın önemli bir kolu olarak kabul etmesidir."
Yoksa; Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bayram Veli’yi, Hacı Bektaş’ı "laiklik için birer tehlike" ve "DEVLET DÜŞMANI" olarak mı algılamamız gerekiyor?!
Kendi "kök"lerimizden kopunca nasıl bir "sığ"lığa ve yanılgıya düştüğümüz ortada!
Laikliği bu derece "sığ" ve "dar" alanda anlayınca gördüğümüz gibi içine "Türkiye" sığmıyor ve başlangıçta işaret ettiğimiz "tehlike" burada kendini gösteriyor.
Çünkü laikliğin "çapını", kendi keyfi-oligarşik anlayışınıza göre daraltır ve "kamusal alanı" da millete kapatırsanız o insanları "ülkenin düşmanlarının" eline terk etmiş olursunuz.
Sonra da "Bu AKP nereden çıktı, bu Kuvva-yi İnzibatiye nasıl hortladı" diye düşünüp durursunuz!
"Devlet"le "millet" arasındaki köprüleri atarak; "derin fay hatları" ortaya çıkmasına yol açarsınız.
O zaman da devleti "Establishment" denilen "Seçkinler Egemenliği" haline dönüştürmüş olursunuz.
"İtelediğinizi" ve "ötelediğinizi" zannettiğiniz ve "ötekileştirdiğiniz" insanlar "arayış" içine girdiklerinde, yapacakları ilk iş, psiko-sosyal olarak kendilerini "emniyet" içerisinde hissedecekleri bir "cemaat" ortamı aramak olacaktır. Aysbergin görünür yüzünü "siz kontrol ettiğinizi" zannederken; aysbergin altının "düşmanlarınızın" cirit attığı faaliyet alanı haline geldiğini fark ettiğinizde iş işten geçmiş olacaktır.
"Temiz" ve "iyi niyetlerle" "İslam" için bir şeyler yaptığını zanneden insanlar, başlarına geçirilmiş "kipalı liderler" yoluyla "iktidar" olarak karşınıza çıkıverirler.
Bir "küheylan" gibi sizi "üniversal boyutlara" taşıyacak bir avantaj olmasına rağmen beğenmeyip bir kenara attığınız "din gerçeği"; yani özelde "İslam", bu kez "Truva Atı" olarak bir "dezavantaj" haline gelmiş olacaktır.
Bugün laikliği, İslam karşıtı bir perspektife oturtarak, rejimi savunduklarını zannedenler, aslında psikolojik savaş taktiklerinden hiç nasibini almamış dar anlayışlarıyla geçmişte AKP’yi iktidara taşıdıkları gibi; yine bugün de yaptıkları açıklamalarla AKP'nin iktidarını sürdürmesine ve Türkiye’yi tasfiyesine yardımcı olmaktadırlar.
Onlar bu tutumlarıyla birden AKP’nin "koalisyon güçleri" durumuna düşüverirler.
Tam da planlandığı gibi.
Laikliği de "üniter devlet"i de tehlikeye atan asıl sorun burada yatmaktadır. Devlet içinde ve medyada ABD, AB, NATO, PENTAGON vb adına konuşlanmış bulunanlar 28 Şubat, 15 Temmuz gibi süreçlerde ortaya koydukları uygulamalar ve ellerine geçen her fırsatta yaptıkları açıklamalarla bu "tehlike"yi yaratmışlardır.
Aslında bütün bunlar devleti "yalnızlaştırma" ve "yalıtma" operasyonlarının birer parçası durumundadır.
Yani; tarih boyu "ordu-millet" olarak yaşamış ve "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!" demiş bir milleti, devletinden koparma ve devletiyle karşı karşıya getirmenin argümanlarıdır!
Bu oyuna gelmemeliyiz!
Atatürk’ün "Laiklik, adam olmaktır!" gibi özlü anlatımlarının içini boşaltarak ve slogansı söylemlerle sorunu çözemeyiz!
"Laiklik, din ve düşünce özgürlüğünün teminatıdır" demek de yine aynı şekilde yetersiz kalmaktadır.
İçinde, üç büyük semavi dinin mensuplarını ve o dinlerle beraber diğer dinlere ait pek çok mezhep, meşrep ve tarikatı bir arada yaşatan, yetmiş iki buçuk milleti bir bayrak altında tutan, onlara söz hakkı tanıyan Osmanlı, "din ve düşünce özgürlüğü" düşmanı mıydı?!
Atatürk; "Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir!" demiştir.
Devlet felsefesi ve düşünce metodolojisinden, köklü kavramlardan yoksun "intelijansiyamız", "ilim" kavramının genişliğini kavrayamayınca, onu "üniversite giriş sınavındaki öğrenci gibi iki matematik, üç fizik sorusu" şeklinde algılamıştır.
Bilim daha çok "şey"lerin bilgisini içerir.
Halbuki, "ilim" daha kapsamlı, daha aşkın, daha ahlaki, "irfana" ve sonunda da "marifetullaha" giden bir yolun başlangıcıdır.
Aynı zamanda "medeniyet kurucu" bakış açısı ve yorum içerir.
Nitekim, "bilimsel" yönden büyük ilerleme kaydeden "Batı"nın, bu aşkın özelliklerden yoksun olması sonucu, dünyayı hızla bir felakete doğru götürdüğü ve bir kan gölüne çevirdiği gün gibi aşikar.
Gerçekten Batı bir "medeniyet" değil, bir "vahşet"tir!
Medeniyet, yaratıcıyla, doğayla, hayatla ve insanla "barışık" yaşamaktır. Halbuki Batı, yüzlerce yıldır Tanrı’yla, doğayla, hayatla, insanla ve hatta kendisiyle savaştadır!
Laiklik işte bu noktada, Batı’nın Tanrı’yla "selamı sabahı kesip" yalancı bir barış anlaşması yaptığı, gerçekte ise kendini "Tanrı" ilan ettiği noktadır.
Bizim ise; Tanrı’yla ne bir savaşımız ne de bir sorunumuz var.
Bugün bizim önümüze sunulan şekliyle "akılcılık", "bilimsellik", "düşünce ve inanç hürriyeti", "hoşgörü" kavramları içi boşaltılmış, küresel egemenlerin aparatı haline getirilmiş kavramlardır.
Tıpkı Irak’a getirildiği söylenen "demokrasi" ve "özgürlük" gibi.
Çünkü batı için "din", kitleleri idare etmek için bir araçtır.
Yine "bilgi" ve "zeka" ise insanın kendisini "yarı tanrı" ya da "tanrı" ilan edebileceği bir "kamusal alandır!"
Akıl ve bilim şart!
Görüldüğü gibi bir tuzak olarak "Türk Devleti’nin Koruyucu Fanusu" İslam’ı "kovmak" için laikliğe taşıyamayacağı kadar anlamlar yüklemek, hepimizi "Yunan Sofistleri" haline getiriyor ve "havanda su dövmeye" zorlanıyoruz. Bush; İslam Dünyası’nın enerji ve mobil kaynaklarını yağmalamak için İslamo-Faşizm gibi bir "hayalet" üretti, o akımın Batı tarafından desteklenen aparatları Türkiye’de "İktidar" yapıldı.
Biz de kendi kendimizi vurmak, intihar için "İslamofobi" ve "laikofobi" üretmeyelim.
Peki çözüm?!
Çözüm çoktan söylenmiş.
Ancak "ideolojik saplantılar" ve "doktriner körlükten" kendini kurtaramamış bazı "devlet" ve "kanun" adamları (çünkü onları "hukukçu" saymak, gerçek hukuk adamlarına haksızlık olur) "işlerine gelmediği için" konuyu hiç gündeme taşımamışlar?!
Çünkü pek çoğumuz "laikliği"; "günahlarımız" ve "suçlarımız" için arkasına sığınılacak bir "MASKE" haline getirmişiz.
Laik devlet; "bütün vatandaşlarının eşit koşullarda bağlı olduğu tekli bir yönetim düzeni ve hukuk mevzuatına" sahip olan devlettir.
Ve bu uygulama ÜNİTER DEVLET’in temelidir.
Ancak bu anlayış Türkiye’yi anlamsız tartışmalardan ve tuzaklardan koruyabilir.
Ezcümle:
"DEVLETİN, HALKINI DİN VE İNANCA ÇAĞIRMASI, DEVLETİN TEMELİNİ SAĞLAMLAŞTIRIR!"
İbn-i Haldun
...
Hasılı:
Ünlü fizik alimi Albert Einstein, "Sıradışı büyük insanlar daima, sıradan zekalıların şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar" der.
Hz Muhammed de ve mukayese kaldırmamakla birlikte onun izinden giden Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu anlamda büyük insanlardı!
Söylemleri ile hem kendi dönemlerini, hem de kendilerinden sonraki dönemleri etkilemişlerdir.
BOP İslamcıları "Diyalog" adına her ne kadar Hz Muhammed'in adını ağızlarına almamaya özen gösterseler de, Hz Muhammed'i takvimdeki "kelime-i şahadet"ten çıkarmış olsalar da (Bkn: Aydınlık, 11 Şubat 2007), Muhammed Allah'ın resulüdür!
BOP adına yeni Kur’an yazmaya kalksalar da, aslı sapasağlam yerinde durmaktadır.
Bu arada, ne acıdır ki, BOP/BİP sürecinde bir kısım "Siyasal İslamcı"nın tavrı, İstanbul Türkler tarafından fethedilirken, meleklerin cinsiyetini tartışan Hıristiyanlar’ınkinden hiç de farklı olmamıştır.
Onlara göre İslamiyet'in tek düşmanı vardır; Atatürk ve O’nun izinden giden Türk Ordusu!
Bunun dışında ne kadar gayr-ı milli adres varsa, başta Vatikan olmak üzere, İsrail de, İngiltere de, Fransa ve ABD de bunların hep dostudur.
Bu dostluğun neresinde "İslamiyet", neresinde "milli menfaatler"imiz vardır; gerçekten akıl sır erdirmek mümkün değil!
Hülasa:
Türk askeri de her zaman düşmanın üstüne "Laik laik" diyerek değil, "Allah Allah" nidaları ile saldırır.
TSK, Allah adına, vatan adına, namus şeref adına ölenlerin şehid olduğunu kabul eder.
Laiklik ise İslamiyet’in özünde olan "Allah ile kul arasına hiçbir şeyi sokmayan" bir hakikatin yansımasıdır.
Cüneyt Şaşmaz

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.