Prof. Dr. Anıl Çeçen

Prof. Dr. Anıl Çeçen

Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu

Türkiye Cumhuriyeti bir 30 Ağustos bayramını daha geride bıraktı. Yaz boyu devam eden hükümet ve Genelkurmay çekişmelerinin YAŞ toplantılarına bir gerginlik ortamında yapıldı.

Tartışmalar ülke kamuoyunu uzun süre işgal edince, ordunun geçmişten gelen geleneksel yaklaşımı geride kalmış ve yoğun bir siyasal baskı atmosferi içerisinde komutanlar arasında görev kaydırmaları yapılınca, 2010 yılının 30 Ağustos bayramı bir gerginlik ortamının sonucunda kutlanabilmiştir.

Başkent Ankara’daki resmi törenlere Başbakanın katılmaması, emekliye ayrılan eski Genelkurmay Başkanına üstün hizmet madalyasının takılmaması da, YAŞ toplantılarında ortaya çıkan gerginliklerin daha sonraki aşamalarda da sürüp gitmesine neden olmuştur.

Ne var ki, bu kadar yoğun tartışmalar ve gergin günlere rağmen, Türkiye’nin Büyük Zafer Bayramını kutlayabilecek aşamaya gelebilmesi de, her türlü olumsuzluğa rağmen gene de Türk demokrasisinin gelmiş olduğu aşamada belirli bir olgunluk düzeyine ulaştığını göstermektedir.

Yaşanan gerginliklerin ve tartışmaların geride kalmasıyla beraber, Türkiye’nin yeni bir 30 Ağustos bayramını heyecan atmosferi içerisinde yaşayabilmesi gene de olumlu karşılanması gereken bir durumdur.

En azından bu durumu dikkate alarak ve bütün olumsuz koşullara dikkat ederek, 30 Ağustos bayramının gene eskisi gibi ulusca kutlanabilmesi bir ülke açısından sevinilmesi gereken bir durumdur.

Güçlü Türkiye–Güçlü Ordu sloganı geçen yıl içerisinde resmen Türk Genelkurmayı tarafından öne çıkartılan bir deyiştir.

Son yıllarda gidere artan ordu düşmanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı geliştirilerek her yönü ile ağır bir dış baskı ile yürütülmekte olan psikolojik savaş saldırılarına karşı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta merkezi doğal bir refleks olarak kendini korumak ve savunmak durumunda bırakılmıştır.

Bu çerçevede, Türk Genelkurmayı kendisini hedef alan emperyalist devletlere ve onların yerli işbirlikçisi mandacılara karşı tarihten gelen bir güçlü ses ile “Güçlü Türkiye ve Güçlü Ordu” sloganını gündeme getirmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin içine düşürüldüğü duruma hangi ülkenin ordusu sürüklense, benzeri bir refleks ile kendini savunma içgüdüsüyle harekete geçeceği için, Türk ordusu da aynı doğrultuda hareket ederek  “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “tanımını gündeme getirmiş ve bu açıklamasını da bütün yurt düzeyindeki pankartları kullanarak afişler aracılığı ile Türk ulusunun bütün fertlerine yansıtmıştır.

Her Allahın günü,  gazetelerinde ve Televizyonlarında Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmayı bir görev bilerek hareket eden ordu düşmanlarına karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri gücünü korumak zorunda olduğunu görmüş ve bu durumu gizlemeyerek açıkça “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu“ sloganı ile hem bütün Türk halkına hem de medya ve basın araçları üzerinden de dünya ülkelerine iletmeyi bir görev bilmiştir.

Güçlü Türkiye ile Güçlü Türk ordusunun birbirlerinden ayrılamayacak derecede birbirine bağlı olduğunu, bu slogan üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri Türk halkının bütün bireylerine açıklamayı bir görev bilmiştir.

Bütün dünyanın içinden geçtiği tehlikeli bir süreç içerisinde giderek hedef haline getirilen Türk ordusunun böylesine bir yaklaşım ile Türk halkına güven vermek istediği açıktır.

TSK bir yandan Türk halkına güven verirken aynı zamanda dünya kamuoyuna da bir mesaj vererek, Türk Silahlı Kuvvetlerini ortadan kaldırmanın mümkün olamayacağını bir kez daha ilgili ve yetkili çevrelere anlatmak istemiştir.

İlk kez geçen yıl kullanılan “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu“ sloganı, orduya saldırmayı bir görev bilen, neo-liberal işbirlikçi ve mandacı çevreler ile Orta Doğu coğrafyasında Suudi Arabistan benzeri bir din devleti rejimi peşinde koşan şeriatçı kesimlerin hem ilgisini hem de tepkilerini çekmiştir.

Emperyal devletlerin ve Siyonist lobilerin egemenliğinde yayın hayatına devam eden liberal ve dinci yayın organları açıktan Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyı her gün sürdürürken, Türk ordusunun iyi niyetli bir biçimde hem kendisini savunmak hem de Türk kamuoyunda meydana gelen kuşkuları ortadan kaldırabilmek ve bu doğrultuda Türk ulusunun güvenini koruyabilmek üzere düşünmüş olduğu bu sloganı hemen faşistlikle suçlamaya yönelmişlerdir.

Soğuk savaş döneminin sona ermesinden yararlanarak katmerli bir liberalciliğe soyunan mandacı kesimler, kendilerini destekleyen emperyal ve Siyonist çevrelerin yönlendirmeleriyle Türk ordusuna arşı bir psikolojik harekâtı kamuoyu önünde tırmandırırlarken.

Genelkurmaydan gelen her tutuma ve açıklamaya baştan şartlanmış bir doğrultuda faşist damgasını yapıştırabilmişlerdir.

Bu ülkede yaşayan herkesi üzecek derecede yayınlar özel görevli gazetelerin manşetlerinde sürekli olarak yer almış ve neredeyse Türk ordusu bir suç örgütüymüş gibi bir görüntü ortaya çıkarılmağa çalışılmıştır.

O aşamada Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk ordusunun bir suç örgütü olmadığını, tamamen anayasa ve yasalara uygun bir doğrultuda hareket ettiğini resmi açıklamalar ile kamuoyuna yansıtmalarına rağmen hiç kimseye yaranamamış,  Güçlü Türkiye isteği doğrultusundaki bir Güçlü Ordu nitelemesi açıkça faşistlik damgası yemekten kurtulamamıştır.

Emperyalizmin neo-liberal Truva atları ulusal olan her şeyi faşistlikle suçlamayı adet haline getirdikleri için, bir milli devletin ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetlerini güç peşinde koşan bir faşist örgüt olarak nitelemekten kaçınmamışlardır.

Türk halkı hiç de alışık olmadığı böylesine olumsuz bir terslikten fazlasıyla rahatsız olmuş ve eskisi gibi güvenilir bir devletin çatısı altında yaşayabilmenin yollarını aramağa başlamıştır.

Soğuk Savaş sonrası dönemde dünyanın batılı merkezlerden zorlanan yanlış bir küreselleşmeye teslim edilmek istenmesi beraberinde birçok sorunu da gündeme getirmiştir.

Bu doğrultuda soğuk savaşın gergin ortamında yaşanan birçok hukuk dışı olay ordulara mal edilmiş ve zaman içerisinde soğuk savaş senaryoları tartışılırken, savaş koşullarının acımasız gerçekleri teker teker dünya kamuoyu önüne çıkarılarak tartışılmış ve özellikle insanlık dışı zulüm ve benzeri haksız şiddet olayları dünya kamuoyu önünde insanlığın getirdiği vicdan düzeyi doğrultusunda yargılanmıştır.

Bu gün Türk ordusu da benzeri bir süreçten geçmeğe mahkûm edilmekte, emperyalist devletlerin hegemonyacı ordularının işledikleri suçlar görmezden gelinirken Türkiye gibi mazlum ve mağdur olmuş ülkelerin askeri yapılarının tartışma alanına getirilmesinin bir açıklaması olması gerekmektedir.

Birinci Dünya Savaşında, İngiliz ve Fransız işgalci ordularının ordularının, İkinci Dünya Savaşında Alman, Rus ve Amerikan ordularının yaptığı insanlık dışı saldırılar ve mazlum ülkeler ve toplumlar üzerine kasıtlı bir biçimde yönlendirilen cinayet girişimleri milyonlarca suçsuz ve masum insanın katledilmesine neden olmuştur.

Özellikle batı dünyasının kendi iç hesaplaşmasının ürünü olan iki büyük dünya savaşı her açıdan üzerinde durulması gereken dersler ile doludur.

Bugünün ileri batı ülkeleri böylesine insanlık dışı aşamalardan geçerek günümüzde uygar ve ileri bir düzeye gelebilmişlerdir.

Şimdi bu batılı ülkeler, eskisi gibi dünya hegemonyalarını yeni yüzyılda da sürdürebilmek üzere küreselleşme görünümü altında eski siyasal oyunlarına devam etmektedirler.

Kendi kirli siyasal geçmişlerini unutarak ya da bir yana bırakarak, dünyanın diğer ülkelerine küreselleşme görünümü altında güler yüzlü bir emperyalizm ile saldırırlarken, kendi geçmişlerinde yaşadıkları olumsuz olayları ya da gelişmeleri bugünün dünyasında ayakta kalmağa çalışan çeşitli dünya ülkelerinin devletleri ve silahlı kuvvetleri üzerine yönlendirerek hegemonyacı tavırlarını geliştirerek öne çıkarmaktadırlar.

Bir anlamda soğuk savaş dönemindeki suçlarının acısını bugünün ulus devletlerinden çıkarmak ve bu doğrultuda da direnen ulus devletlerin ordularını yargılamak gibi bir eğilimi de kasıtlı bir biçimde baskıyla uygulama alanına getirmeğe çalışmaktadırlar.

Bu doğrultuda dünya ülkelerindeki işbirlikçi liberal ve dinci kadroları bir ulus devlet ve ulusal ordu karşıtlığında sistematik bir plan doğrultusunda kullanmaktadırlar.

Batı merkezli beş hegemonya projesi dünyanın orta alanlarının Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından ele geçirilmesini hedeflediği içi, bu bölgenin merkezi ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti her yönü ile hem emperyalizmin hem de Siyonizm’in hedef tahtasına oturtulmuştur.

Yenidünya düzeni adı altında yeryüzü halklarını kandıran güler yüzlü emperyalizm, beş kıtayı ele geçirme doğrultusunda girişimlerini dış baskılar ve iç işbirlikçilikleri aracılığı ile yürütürken, ulus devletlerin tasfiyesini ana amaç olarak belirlemiştir.

Bu nedenle, her ulus devletin temel gücü olan askeri yapılanmaların hem tasfiyesi hem de içeriden işbirlikçi kadrolar aracılığı ile ele geçirilmeleri gündeme gelmiştir.

Günümüzün ordularının arkasında devletler olduğu için, küresel düzeydeki ulus devletlerarasındaki çekişmelerde zayıf devletleri geride bırakmak isteyen emperyal güçler doğrudan orduları hedef alarak, ulus devletlerin silahlı güçlerini ortadan kaldırmayı planlamıştır.

Silahlı güçlerin tasfiyesi ile ulus devletleri daha kolay ortadan kaldıracağını hesaplayan emperyal merkezler bu doğrultuda ordu ve asker karşıtı eşitli senaryoları devreye sokmuşlar, küresel sermayenin kontrolü altındaki medya ve basın araçlarını yetiştirdikleri işbirlikçi kadrolar aracılığı ile bu doğrultuda kullanmışlardır.

Bazı ülkelerde komutanlar üzerinden, diğerlerinde ise soğuk savaş döneminden kalma çeşitli olayların gündeme getirilmesiyle başlatılan yıpratma kampanyaları ile ulus devletlerin maddi gücünü oluşturan silahlı kuvvetlerin tasfiyesine giden yol açılmıştır.

Bazen sözlerini dinlemeyen kendi adamlarını ya da baskılarına karşı koyan genelkurmay başkanlarını devletlerini işgal ederek alıp götürebilmişlerdir.

Bu açıdan Panama devlet başkanı ve genelkurmay başkanı Noriega açık bir örnektir. Bütün dünya kamuoyunu Romanya’ya yönlendirerek Çavuşesku’yu kışkırttıkları bir halk hareketi ile görevden indirirken, sessizce Panama devletini işgal ederek genelkurmay başkanını alıp götürebilmişlerdir.

İstedikleri gibi olaylar yaratarak, dünya devletlerine yönelik işgal, saldırı ve her türlü üstünlük oyunlarını sergilemekten çekinmeyen emperyal güçler benzeri operasyonları Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli ülkelerinde birbirini izleyen bir doğrultuda bugüne kadar sürdürmüşlerdir.

Irak işgali sırasında, bu ülkenin direnen devlet başkanı Saddam Hüseyin’in bir askeri mahkemede göstermelik yargılanmasından sonra asılması olayı daha zihinlerdeki canlılığını korumaktadır.

Benzeri birçok olay dünya ülkelerinin işgali ve saldırıya uğramasıyla Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli bölgelerinde görülmüştür.

Bugün de Pakistan ve Afganistan hattında yaşanan olaylara bakılırsa yeni olumsuz örnekleri görmek mümkündür.

Dünya savaşları sonrasında gündeme gelen iki kutuplu siyasal yapılanmanın etkisiyle kutup başı devletler kendilerine bağımlı olan ülkelerin içlerine girmişler ve askeri yardım görünümü altında tüm ülkelerin içerisinde kendirline bağımlı yapılar oluşturmuşlardır.

Özellikle askeri alanda son derece ileri bağımlı düzenler oluşturulunca, kutuplara dahil olan ülkelerin orduları da kutup merkezi devletlere yakından bağımlı bir noktaya gelmiştir.

Dönemin özel koşullarını iyi kullanmasını bilen batı emperyalizmi karşı kutbu bahane ederek dünya ülkelerine yerleşmiş ve askeri yardımlar üzerinden de bağımlılık ilişkisini sürdürerek etkinliğini geliştirmiştir.

Kendi yetiştirdiği bazı askerleri de işine geldiği aşamalarda kendine bağımlı askeri rejimler in oluşturulmasında kullanmıştır.

Ne var ki, karşı kutbu ciddi bir kuşatma altına alarak dağıttıktan sonra, bu kez daha geniş bir hegemonya arayışına girilmiştir.

Yeni dönemde ise batı emperyalizmi açıkça ulus devletleri hedef aldığı için, geçmişte kendisine bağımlı kıldığı ulusal orduları da bu doğrultuda yapı değişikliğine zorlamağa başlamıştır.

Özellikle Amerikan emperyalizmi soğuk savaş döneminde kendisine hizmet etmesi için oluşturduğu çekirdek ordu ya da kontrgerilla yapılanmalarının tasfiyesini gündeme getirerek, yeni dönemde bu eski yapıların kendisine karşı çıkmasını ya da direnmesini önlemek istemiştir.

Demokrasi görünümünde geliştirilen yeni küresel emperyalizm oyunları, ulus devletler ile beraber ulusal orduların da ortadan kaldırılmasını gündeme getirmiştir.

Bu amaçla özel ordu, profesyonel ordu ya da sivil güvenlik birlikleri gibi değişik alternatif örgütlenmeler ortaya çıkarılmıştır.

Ayrıca kapitalizmin ruhuna ve yapısına uygun düşen bir doğrultuda özel güvenlik şirketlerinin kurulmağa başlandığı görülmüştür.

Şirketler büyürken, devletlerin küçültülmesi amaçlandığı için devletlerin sırtındaki çeşitli misyonlar teker teker devralınarak başkâtip örgütlenmeler aracılığı ile güvenlik ihtiyacı karşılanmağa çalışılmıştır.

Türkiye’de de emekli subayların yönetiminde binden fazla özel güvenlik şirketi kurulurken asker sayısının azaltılması konuşulmağa başlanmıştır.

Sömürge döneminin lejyoner ordusu özleminde olan batılı emperyalistler, ulus devlet ordularını küçülterek birer güvenlik birimi olarak kendilerine sağlamağa çalışmışlar ve bu doğrultuda ülkeleri giderek artan bir dozda zorlamışlardır.

Türkiye’de de buna benzer gelişmeler NATO üyeliği statüsünden yararlanılarak, İsrail’in çıkarları doğrultusunda ABD gücü aracılığı ile yönlendirilmeğe çalışılmıştır.

Böylesine bir değişim baskısına direnen TSK gibi ulus devlet ordularına karşı ise her türlü yıpratma ve zora sürükleme senaryolarının zaman içerisinde devreye sokulduğu görülmüştür.

Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine, Amerikan güçlerinin yarattığı provokasyonlar aracılığı ile ABD ordusu Orta Doğu’ya gelerek savaşmağa başlamıştır.

Siyonizm’in kontrolü altındaki ABD yönetimi İsrail’in çıkarları doğrultusunda bölge devletlerinin işgaline ve savaşlar yolu ile tasfiye edilmelerine yöneldiği aşamada, Türk ordusu haksız bir savaş olan Irak savaşına girmemiştir.

Beş yıllık bir işgal savaşından sonra Irak’ı parçalayan ABD ordusu yeni dönemde Siyonist lobilerin İran’a yönlendirmesiyle ikinci bir savaşa hazırlanmaktadır.

Gene yalanlar ve sahtekârlıklar üzerine kurulu senaryolar üzerinden bir ikinci haksız savaşa girmekte olan ABD’nin bu macerasına Türk ordusu tıpkı birinci savaş olan Irak’ta olduğu gibi girmemek için direnmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri devletin kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu gibi İran ve Rusya gibi büyük devletler ile savaşmamaya yönelik bir askeri strateji izlemektedir.

Atatürk’ün bölge ağırlıklı dış politikasında Türk devleti,  İran ile ortaklık ve Rusya ile dostluk esasına dayanan bir doğrultuda hareket ettiği için, kesinlikle İran ile savaşmayacaktır.

Siyonizm’in merkezi bölge egemenliği için Irak’tan sonra İran’ı tepelemek istemesi ve bu doğrultuda Türkiye’yi içeriden ele geçirerek üçüncü dünya savaşının içine çekmek istemesine tüm devlet makamları gibi Türk ordusu da karşı çıkmaktadır.

Bu nedenle hem Amerika Birleşik Devletlerinin hem de İsrail’in kızmasına ve tepki olarak bu iki devletin Türkiye’de çeşitli senaryolar ile Türk silahlı Kuvvetlerini karşısına almasına, bu büyük gücün kuvvetinin kırılmak istenmesine, kamuoyu önünde geçmişte kalmış soğuk savaş döneminin olayları ile yıpratılmak istenmesine giden yol açılmakta ve Türkiye her gün benzeri bir senaryo ile karşı karşıya bırakılmaktadır.

Düşmana yönelik direnme için örgütlenmiş olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmen müttefik ülkeler tarafından hedef alınması, dost ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya bırakılması Türk halkını olduğu kadar genelkurmayı da üzmüş ve zor durumlarda bırakmıştır.

Anayasa ve yasalar çerçevesinde hareket etmeğe çok dikkat eden TSK’nın, teknolojik üstünlüğün kullanıldığı çeşitli senaryolar ile karşı karşıya bırakılması, çevrede savaş koşulları hızla tırmanırken bir iç çekişmeye alet olmasına yol açmıştır.

Suç olan her girişimin dışında kalmağa dikkat eden Türk ordusunun bir suç örgütü gibi gösterilmek istenmesi, artık emperyal çıkarlar için kullanılamayan Türk ordusunun tümüyle tasfiyesine giden yolda yeni bir aşama olmuştur.

ABD ve İsrail ikilisi, savaşlarda kullanamadığı Türk ordusuna kamuoyu üzerinden ders vermeğe ve vurmağa çalışırken, ordunun kendini korumak istemesi işbirlikçi basın organlarında faşistlik olarak suçlanabilmiştir.

Devletin ve ordunun beraberce ulusal yapısını korumak istemesine emperyalizm ve Siyonizm sürekli saldırılar üzerinden izin vermek istememiştir.

Tam bu aşamada Türkiye’de NATO konusu tartışılmağa başlanmış, Varşova Paktının saldırı ihtimali üzerine bir savunma örgütü olarak kurulmuş olan bu yapılanmanın, Varşova Paktı ile beraber kalkması gerekirken, küresel emperyalizm döneminde tam anlamıyla bir hegemonya ve saldırı örgütüne dönüşmesi ve ABD ile İsrail ikilisinin bu askeri örgütü Avrasya kıtasını ele geçirmek üzere kullanmağa çalışması, İsrail’in peşine takılıp giden ABD’nin bu isteklerine karşı Avrupa ülkelerinin direnmesi üzerine NATO artık tartışılan bir hegemonya örgütü konumuna gelmiştir.

Türkiye’yi bölmek isteyen etnik teröre karşı NATO Türkiye’yi korumamış aksine, NATO ülkeleri bölücü teröre açıktan destek vermişlerdir.

Türkiye’ye geri zekâlı ülke muamelesi yapmağa çalışan batılı dost görünümlü ülkeler, Türkiye’yi soğuk savaş döneminde kullanamadıkları için çok kızarak, bunun acısını Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinden çıkarmağa çalışmışlardır.

Türk Silahlı Kuvvetleri bu aşamada hem bölgedeki savaş gelişmelerine karşı hazırlıklar yapmak hem de dost ülkeler tarafından sırttan hançerlenmek girişimlerine karşı önlemler almak durumunda kalmıştır.

Bu aşamada Cumhurbaşkanı olmak ya da Boğaz kenarında yalı sahibi olmak isteyen bazı üst düzey yöneticilerin orduda öne çıkarıldığı ve bunlar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk kamuoyu önünde yıpratılmağa çalışıldığı gözlemlenmiştir.

Ne var ki, bu gibi içeriden bölme girişimlerine karşı gene de TSK’nın birlik ve bütünlüğünü sonuna kadar koruyarak direndiği ve devletin kurucusu Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmadığı görülmüştür.

Türkiye’nin askeri gücünü azaltmak ve savaş koşullarında Türkiye’yi istedikleri gibi kullanabilmek için çeşitli girişimleri sonuna kadar sürdüren emperyalistlerin bütün oyunlarına karşı kahraman Türk ordusunun kaya gibi sağlam durduğu açıkça görülmüştür.

Irak savaşının getirdiği dersleri iyi değerlendiren Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık NATO üzerinden baskılarla değil ama Türkiye Cumhuriyetinin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği iyice ortaya çıkmıştır.

Amerikan ve İsrail çıkarları doğrultusunda geliştirilen saha dışı hegemonya arayışı NATO gibi bir savunma örgütünü bir saldırı ve işgal ordusuna dönüştürdüğü için Avrupa ülkeleriyle beraber Türkiye’de daha dikkatli davranmağa başlamış ve küresel emperyalizm yerine Türk devletinin ve halkının ulusal çıkarlarına öncelik vermeğe başlamıştır.

Artık ittifaklar uğruna zayıflatılan bir devlet ya da ordu değil ama yeniden güçlenmekte olan Türkiye için güçlü devlet ve güçlü ordu döneminin gelmeğe başladığı görülmektedir.

Dünyanın hiç bir ülkesinde devletsiz bir ordu yoktur. Devleti olmayan bir askeri birlik kurulmağa başlandığında, Türkiye’deki etnik bölücü kuruluş gibi bir isyan ya da ayaklanma söz konusu olmaktadır.

Her devletin sınırları içerisinde tek ve merkezi bir güç olarak ulusal ordular bulunmaktadır.
Bu doğrultuda dünyanın her ülkesinde ordular kendi devletlerine yakından bağlıdırlar.

Her ordu bu nedenle kendi güvenliği için devletlerin varlığı ve iyi yönetimi ile yakından ilgilidir. Eğer bir devlette çözülme varsa, devlet yabancı güçler tarafından içeriden ele geçirilerek çökertilme noktasına getirilmişse, o zaman böyle bir duruma orduların seyirci kalması düşünülemez çünkü her ordunun varlığını koruyabilmesi için bağlı olduğu devletin iyi ve sağlam ellerde olması gerekmektedir. Ancak bu yoldan devletler ile orduların varlığı korunabilmektedir.

Devleti olmayan ya da ortadan kalkan bir ordu,  tarihte birçok ülkede örnekleri görüldüğü gibi bir çapulcu birliği olmaktan öteye gidemeyecektir.

Bu nedenle her ordu ülke ve kendi güvenliği açısından bağlı olduğu devleti yakından izlemek ve devlet düzenindeki olumsuz değişmelere karşı önlemler almak durumundadır.

Tamamen savunma amaçlı böylesine bir ilginin, liberal çevreler tarafından hemen faşistlikle suçlanması, küresel sermaye ile bağlantılı çalışan bu işbirlikçi kadroların tekelci şirketlerin dünya egemenliğini sağlama doğrultusunda ulus devletleri ortadan kaldırma girişimleri olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

Liberal çevrelerin dış bağlantıları ve sermaye şirketleri ile yakınlıkları, ulus devletlerarasında oynanmakta olan büyük oyunun gelişmesinde ulus devletleri devre dışı bırakmak üzere etkili olduğu görülmektedir.

Batının emperyal devletleri kendi ordularını korurken ve güçlendirirken, batı dünyasının dışında kalan ülkeleri ele geçirme doğrultusunda bu ülkelerin askeri güçlerini kısıtlamak üzere ulusal orduların ortadan kaldırılmağa çalışıldığı, bunların yerine sermaye çevrelerinin denetimi altındaki özel ya da profesyonel orduların getirilmek istendiği görülmektedir.

Türkiye’de benzeri tartışmaların dışa bağımlı medya üzerinden başlatılmasıyla beraber ulusal ordunun yıpratılması kampanyalarına hız verilmiştir.

Ulus devletler ortadan kaldırılmak istenirken, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti yerine bir bölgesel federasyonun batı egemenliğinde kurulmağa çalışılması aşamasında, Türk ordusu küçültülerek tasfiye edilmeğe çalışılmaktadır.

Bütün bu gibi girişimlere karşı, TSK’nın “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ girişimi doğru bir adım olarak görülmektedir.

Dosta ve düşmana Türkiye’nin güçlü bir devlet ve ordu olmaktan vazgeçmeyeceği ve diğer ulus devletler gibi devletlerarasında oynanmakta olan büyük oyunda kendi gücü ile ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği, açıkca ortaya konulmaktadır.

Liberallerin hemen ordunun devlete olan ilgisini faşizm ya da darbecilik olarak göstermeğe çalışması, uluslararası kapitalist sistemin sahibi olan tekelci şirketlerin önünü açmak içindir.

Bütün tekelci şirketler dünya ülkelerine egemen olurken ulus devletlerin direnmesiyle karşılaşmak istememekte ve bu nedenle ulus devletlerin en büyük gücü olan ulusal orduların ortadan kaldırılması için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar.

Ordusunun gücü kırılan devletler giderek küçülecek ve birer sömürge yönetimi olarak, tekelci şirketlerin denetimi altında hareket edeceklerdir.

Türkiye’nin son aylarda yaşadığı asker sivil arasındaki gerginliklerde sürekli olarak liberal basının bir asker sorunundan söz etmesi ve ama medyanın dışa bağımlılığını görmezden gelmesi ciddi bir çelişki olarak ön çıkmaktadır.

Kendi dışa bağımlılıklarını gizleme noktasında ulus devletin bağımsız davranmasını sağlayabilecek derecede güçlü bir ordunun ülke sorunlarıyla ilgilenmesine karşı çıkılmaktadır.

Küresel sermaye ve onun yerli işbirlikçileri Türkiye’nin ülke ve devlet sorunlarıyla nasıl yakından ilgilenme hakkını kendilerinde görüyorlarsa, Türk ulusunun ve Türkiye’yi temsil eden bütün kişi ve kurumlar da Türkiye’nin meseleleriyle yakından ilgileneceklerdir.

Türk devletinin bütün birimleri ve güvenlik kuruluşlarının ilgi gösterdikleri kadar Türk ordusunun da ülke sorunlarıyla yakından ilgilenme hakkı bulunmaktadır.

Türkiye cumhuriyeti anayasa ve yasaları doğrultusunda hareket eden bütün ülke kurumları gibi Türk Silahlı Kuvvetleri de ülke güvenliği ve kamu düzeni ile ilgili konularda üzerine düşen görevleri yerine getirmek zorundadır.

Dünyanın merkezi coğrafyasında belirli bir devlet düzeni çatısı altında yaşayabilmenin gerektirdiği kamu düzeni her türlü tehdit ve savaş tehlikesine karşı korunacak ve geleceğe dönük olarak geliştirilecektir. Bütün bunlar için Türkiye’nin güçlü kamu kurumlarına ve orduya ihtiyacı bulunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin güçlü bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesi de güçlü bir askeri yapılanmaktan geçmektedir.

O nedenle güçlü Türkiye ve güçlü ordu birbirinden ayrılamayacak derece bağımlı kavramlardır. Devlet güçlü olursa orduda bu doğrultuda güçlenir.

Ordu güçlü olursa o zaman uluslararası alandaki devletlerarası büyük oyunda Türkiye Cumhuriyeti daha iyi ve güçlü bir konuma sahip olabilecektir.

Türkiye’nin bulunduğu topraklar üzerinde başka devletler kurmak isteyenler, hem Türk devletine hem de Türk ordusuna k arşı bu nedenle çeşitli manevralara kalkışmaktadırlar.
Bütün ulus devletler ulusal güç unsurlarının birleşimine dayanmaktadır.

Bir ülkedeki ulusal yapılanmanın unsurları birer devlet faktörü olarak ele alındığı zaman ulusal kültür, ulusal ekonomi, ulusal toplum, ulusal bilim, ulusal yargı ile beraber ulusal ordu da önde gelen bir yere sahip olmaktadır. Bir ulus devlet böylesine ulusal güç faktörlerinin birleşiminden meydana gelmektedir.

Ulus devletler böylesine ulusal güç faktörlerinin bir araya getirilmesine ve birlikte ele alınarak bir güçlü ulus devlet oluşturulmasına bağlıdırlar.

Ulus devletlerin kuruluş aşamasında olduğu gibi daha sonraki aşamada varlıklarını sürdürme sürecinde de, benzeri biçimde ulusal güç faktörlerinin bir araya gelmesi ve üniter bir yapı içerisinde oluşturulacak birliktelikleriyle ulus devletin geleceğe dönük ilerlemesi sağlanabilmektedir.

Bu nedenle ulus devlet bütünüyle ulusal güç faktörlerinin varlığına ve birlikteliğine bağımlı bulunmaktadır.

İşte bu nedenle ulus devlet ile beraber ulusal ordunun varlığında kaçınılmazdır. O zaman “Güçlü Türkiye–Güçlü Ordu“ sloganı anlam kazanmakta ve Türk ulusuna yön göstermektedir.

Dünyanın merkezi coğrafyasında tarih sahnesin çıkmış olan Türk ulusunun varlığını koruyabilmesi ve yoluna devam edebilmesi için güçlü ordu ve güçlü devlet kaçınılmazdır.

Türk Silahlı Kuvvetleri “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ sloganı ile bu gerçeği dosta ve düşmana kısaca herkese anlatmak istemiştir.

Bu davranış liberallerin söylediği gibi faşizm değil ama tam anlamıyla bir ulusal savunmadır. Tıpkı ulusal kurtuluş savaşı günlerinde olduğu gibi, uluslararası emperyalizmin yok etmek için saldırdığı Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu, yeni bir ulusal kurtuluş mücadelesini güçlü devleti ve ordusu ile beraberce verecektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar